Sinema gramerinde en önemli kurgu uygulamalarından biri ‘zincirleme geçiş’tir. Televizyon dünyasında ‘erime’ ve ‘mix’ de denen bu uygulama, bir görüntü yavaşça solarken diğer görüntünün giderek belirginleşmesiyle gerçekleşir.

Zincirleme geçişin anlam yaratma sürecindeki ilk görevi zamanın geçtiğini belirtmek. Diyelim ki, önce 20 yaşında bir genç kadının çekimini yapıyoruz, sonra bu kişiyi makyaj yardımıyla 40-50 yıl yaşlandırıp bir görüntüsünü daha alıyoruz. Şimdi, bu iki çekimi peşpeşe ekleyerek gösterdiğimizde seyirci bir büyükanne ile torununun diyaloğunu izlediğini düşünebilir. Oysa ilk görüntüden ikinciye zincirleme geçiş yaptığımızda, yani gençten yaşlıya ağır ağır geçtiğimizde seyirci aradan çok uzun zaman geçtiğini, artık aynı kişinin yaşlılık haline baktığını anlar. Ya da tam tersi, yaşlılık halinden gençlik haline zincirleme geçiş yaptığımızda seyirci geçmişe -anılara- gidildiğini fark eder. Böylece filmin zamanıyla seyircinin zamanı örtüşür, 15-20 saniyede 40 yıl ileri ya da geri gitmek garipsenmez.

Bu büyüleyici bir şey; sinemayla seyirci arasında öyle ilginç bir sözleşme var ki, ‘zincirleme geçiş’ terimini hayatında hiç duymamış bir izleyici bile, eğer doğru uygulanmışsa anlatıdaki noktalama işaretlerini yerli yerine oturtarak hikâyeyi anlar.

Zincirleme geçişin anlam yaratma sürecindeki ikinci görevi bir ‘bilinç değişikliği’ durumunu göstermektir. Zaman, mekân ve karakterin verili halini sadece çekim ölçeğini değiştirerek zincirleme geçişle gösterdiğimizde, bu defa seyirci burada zamanla değil, karakterin varoluşuyla ilgili bir değişiklik olduğunu algılayacaktır. Örneğin genel planda bir koltukta oturan bir genç adam düşünelim. Aynı genç adamın aynı koltukta aynı biçimde otururken ama bu sefer daha yakın -göğüs ya da omuz planda- çekilmiş görüntüsüne zincirlemeyle geçildiğinde seyirci, niteliği bilinmese de karakterin zihninde bir şeylerin değiştiğini algılar. Bunun tersini uyguladığımızda, yani yakından genele doğru geçtiğimizdeyse karakterin etrafındaki dünyayla ilişkisindeki değişimlere vurgu yapılır.

Sinema gramerindeki bu tür teknik uygulamalar doğrudan sinemanın ürünüdür, kendisinden önceki sanatlardan -tiyatro, opera vd.- aktarılmamıştır. Çıkış noktası da insan algısını formüle edip görünür hale getirme çabasında yatar. Zincirleme geçiş, hem geçmişte yaşanmış bir şeyi hatırlamaya hem de karar vermeye çalışan insanın zihinsel süreçlerinin görsel formülasyonundan başka bir şey değildir. İnsan zihninin hareketli görüntüyle ilişkisi meselesini Hugo Münsterberg’ta 1916’da, zincirleme geçiş tekniğinin henüz icat edilmediği bir dönemde yayımlanan The Film: A Psychological Study adlı kitabında formüle etmeye çalışmıştı.

Bir kurgu tekniğine bu kadar eğilmemin nedeni, tam da bir zincirleme geçişin ortasındaymışız gibi hissetmemden kaynaklanıyor. Tarih zaten ani kopuşlarla değil, her halkanın bir diğerini belirlediği diyalektik bir zincir olarak ilerler, bizse bunu tarihsel sıçramalarda hissederiz. Ama şu koronavirüs günlerinde yapılan ve yapılmayan işler, alınan ve alınmayan kararlar, içinde bulunduğumuz değişim sürecini fazlasıyla hissedilir kılıyor. Sanki çok sayıda zincirleme geçiş üst üste binmiş durumda; hem zamanın geçişinde tuhaflıklar var hem de bilinç değişiminde…

Bir şeylerin değiştiğini görüyor ve anlayabiliyoruz. Kapitalizmin dayattığı toplum biçiminin her katmanından çatırtılar duyuluyor. Karantina gereksinimiyle kendi bireysel kabuklarımıza çekilmiş gibi görünüyoruz belki, ama bu kabukların tek başlarına hiçbir yere tutunamayacağını da görüyor, bir araya gelmeleri gerektiğini hissediyoruz. Bu geçişte kabuklar zincirin, zincir kabukların farkına varıyor sanki...