YAZARLAR

Yüce: Kadın cinayetlerinde 'tek tık' rehaveti yaşanıyor

Dr. Yüce ile erkek şiddetinden kadının şiddet karşısındaki destek mekanizmalarına, erkekliğin kitabından toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yol açtığı sorunlara dair konuştuk. Yüce şiddet videoları ile ilgili toplumda “tek tıkla” paylaşarak “üzerine düşeni yapmış olma” rehavetinin altını çizdi.

Erkek şiddetinin, bireysel, toplumsal, kültürel tüm alanlarda varlığını göstermesine anbean tanıklık ediyoruz. Son haftalarda yaşadığımız Emine Bulut cinayeti hafızamızda en canlı olanlardan... Şiddeti bizzat yaşamak başka dert, ona tanıklık etmek başka…

Dr. Arzu Erkan Yüce’yle özellikle Emine Bulut videosunun yayımlanıp paylaşılması sonrasında birçoğumuzun hissettiği duyguları göz önüne alarak bir an önce bu söyleşiyi gerçekleştirmek istedim.

Yüce, toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda önemli çalışmaları olan bir psikiyatrist ve psikoterapist. Yüce ile vahşet videolarından kadının şiddet karşısındaki destek mekanizmalarına, erkekliğin kitabından toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ne gibi ruhsal sorunlara yol açtığına, dili kullanma biçimimizin tüm bu başlıkları ilgilendiren önemine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dr. Arzu Erkan Yüce

Geçtiğimiz haftalarda çocuğunun gözü önünde vahşice öldürülen Emine Bulut’un görüntü kaydı izleyenleri epey sarstı. Bu görüntülerin yayımlanması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Şiddetin şiddeti beslediğini bilerek, her türden şiddet haberinin içeriğine özen göstermeliyiz. Özellikle şiddete maruz kalan kişi ve yakınlarının, özel yaşamlarının gizliliği ve kişilik haklarının korunmasına dikkat edilmeli. Yaşadıkları travmalar yetmezmiş gibi, kişiler rızaları dışında milyonlarca kez görüntülenerek de dijital şiddete maruz bırakılıyorlar. Bu görüntüleri izleyenlerin de ikincil olarak travmatize olma riskleri var. Hem bazı profesyonel haberciler hem de sosyal medya kullanıcıları tarafından etik ve vicdani kurallar göz ardı ediliyor; sözde farkındalık oluşturmak ya da etkileşim yakalamak uğruna olaylar bütün ayrıntılarıyla paylaşılıyor, adeta bir şiddet pornografisi yaratılıyor. Yalnızca fiziksel ya da cinsel şiddet eylemlerine ya da dramatik görüntülerle tepki uyandırılabilen olaylara vurgu yapmak, sistematik bir biçimde hepimizi etkisi altına alan diğer şiddet türleri ve olaylarının hafife alınması ve kanıksanmasına neden oluyor. İnsanların tüm bu hassas noktaları düşünmeden, etkin çözümler için harekete geçmeksizin “tek tıkla” paylaşarak “üzerine düşeni yapmış olma” rehavetine kapıldığını düşünüyorum. Bunlar ancak failleri özendirip güçlendirirken, şiddete maruz kalanların kendilerini çaresiz hissetmelerine ve kurban rolüne sıkıştırılarak güçsüzleştirilmelerine hizmet eder.

Farkındalık oluşturmak için yapılan tüm paylaşımlarda ve profesyonel haberlerde şiddet yeniden üretilmemeli; şiddet eyleminin ayrıntılarına dair fotoğraf ve görüntüler verilmemeli ve haber romantik ya da estetik bir şekilde sunulmamalıdır. Kitle iletişim araçlarında yayımlanan her şeyin, toplumdaki tutum ve davranışları etkileme ve biçimlendirme gücünü, paylaşımlar ne denli sık yayımlanırsa o kadar çok insanı etkilediğini unutmamalıyız.

KADIN CİNAYETLERİNDE YAS YASA ULANIP GİDİYOR 

Sizce bu görüntüler bireysel ya da toplumsal olarak yas tutmaya bir engel teşkil eder mi?

Dehşet içeren ayrıntılar ve felaketleştirici yorumlar bir süre sonra -amaçlananın aksine- kaçınma, duyarsızlık ve inkâr refleksine yol açıyor, kitleleri gerçeklikten, insani duygulardan ve değerlerden uzaklaştırıyor. En fazla birkaç saat süren bir üzüntü, gündelik hayatın akışı içinde yitip gidiyor. Sanki bu olanlar hiç yaşanmamış gibi… Bu çok da sağlıklı bir yas tutma işine benzemiyor.

Yas işinin en zor olanı ani beklenmeyen ölümler, “sırasız” genç ölümler ve insan eliyle olan ölümlerdir. Son zamanlarda sayısı gün geçtikçe artan kadın cinayetleri ve çocuk istismarları nedeniyle ciddi ruhsal ve toplumsal travmalar yaşıyoruz. Bu kayıplar ve tanıklık aslında hepimizi derinden etkiliyor. Bir kaybın yasını henüz tutamadan üzerine bir diğerininki ekleniyor, hangi birine üzüleceğimizi tepki göstereceğimizi şaşırıyoruz, yas yasa ulanıp gidiyor. Acılarımız kaldırabileceğimizin üzerinde olduğunda yasın inkar aşamasından diğer aşamalarına geçemez oluruz. Hele de ölüm tehlikesi hâlâ soluk aldırmazken bu kadar büyük bir yas işlenemez, ertelenir. Organizma yaşamda kalmak için her zaman en kestirme yolu seçer. O sebeple bugün bir şiddet olayında isyan eden, kınayan paylaşımlar yapar, sosyal medya profilimizi karartırken aynı gün kahkaha atarken bir fotoğrafımızı paylaşabilmekteyiz. Ayakta kalabilmek için hepimiz kendi baş etme yöntemlerimizi devreye sokuyor gibi görünüyoruz. Oysa kaybın, yardımcı olamamaktan dolayı yaşadığımız suçluluk duygusunun, keder ve acının bizlere öğreteceği bilgiler, şiddetle mücadele için gerekli olan potansiyel enerji tam da bu yasın içinde saklı. Tutulamayan yaslar kuşaklar boyu aktarılacak; bunun ruhsal, bedensel ve toplumsal bedelleri ağır olacaktır.

Şiddet karşısında kadınların destek mekanizmalarını çoğaltmak için neler yapılmasını önerirsiniz?

Farkındalık, bilinçlenme, güçlenme, eğitim ve ekonomik bağımsızlığa erişmek için gayret ederken öz şefkatten uzaklaşmamak, kendimize ve birbirimize zorbalık etmemeyi öğrenmekle başlayabiliriz. Kadın dayanışması bu konuda bir panzehir görevi görüyor. Bu dayanışmayı güçlendirmek, işlevsizleştirilmeye çalışılan kadın platformları ve sivil topluluk kuruluşlarını ayakta tutmak çok önemli. Tüm bunların ülke politikaları ile desteklenmesi en güçlü çözüm aracı olurdu.

Bireysel olarak baktığımızda ne olursa olsun mücadeleyi bırakmamak, yalnız olmadığımızı hatırlamak, birbirimize sahip çıkmak, bizlere dayatılan yeni rollerin altında ezilmeden kendimizi gerçekleştirmeye gayret etmek hepimize iyi gelecektir.

Bu destek mekanizmalarının en önemlilerinden biri de İstanbul Sözleşmesi de olsa gerek.

İstanbul Sözleşmesi, şiddetin önlenmesi toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi; şiddetin durdurulması, şiddet görenlerin rehabilitasyonu, şiddeti önlemeye dönük devlet politikalarının oluşturulması, şiddetin kuşaklar boyu aktarılmaması için ülkemizin ilk imzacılarından olduğu hayati bir sözleşmedir. En öncelikli eylem; İstanbul Sözleşmesi, CEDAW gibi sözleşmelerin gereklerinin en ölümcül ve yaygın suçlardan olan şiddeti önleyecek şekilde ülke politikası olarak benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Çözüm; toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve şiddeti besleyen; başta çocuklar, kadınlar, LGBTIQ+ bireyler, yaşlılar, engelliler, hayvanlar, doğa, yani tüm canlıları hedef alan sorunların tespiti ve tüm kurum ve toplumsal kesimlerle birlikte üzerine gidilmesidir.

Yaşamda ve ilişkilerde anlam, doyum ve huzur; öncelikle temel insani ve ruhsal gereksinimlerimizi fark etmek ve bunlara uygun davranmak, toplum tarafından bizlere dayatılan kadınlık ve erkeklik rollerini reddetmek; eril sisteme, cinsiyet eşitsizliğine ve toplumsal şiddete karşı sergileyeceğimiz ortak mücadele ile mümkün olacaktır.

CİNSİYET AYRIMINA DAYALI DİL TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİNE ARACI

Her konuda olduğu gibi toplumsal cinsiyet alanında da dili kullanma biçimimizin yaşanan sorunlar üzerinde çok belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanırım önce dili dönüştürmek gerekiyor. Siz ne dersiniz?

Bunu ben de çok önemsiyorum. Dil yalnızca bir iletişim aracı olmayıp aynı zamanda birbirimizle olan ilişkilerimizi, toplumu ve toplumsal cinsiyet rollerini, tüm bunlar da dili şekillendiriyor. Dilimizi dönüştürmek toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile mücadele etmedeki en önemli adımlardan bir tanesi. Cinsiyet ayrımına dayalı dil kullanımı kadının ikincil, edilgin ve bağımlı rolünü ilan ederken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin üretilmesine, pekiştirilmesine ve sürdürülmesine aracılık ediyor. “Bilim adamı”, “siyaset adamı”, “iş adamı”, “erkek sözü”, “adam gibi adam” “erkeğine hizmet etmek”, “karı gibi”, “elinin hamuruyla erkek işine karışmak”, “kadınlar çiçektir”, “kadınlar bize emanettir” gibi cinsiyetçi ifadelerin tamamı eşitsizliğe hizmet ediyor. Yakınlarda okuduğum, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinde dilin rolüne ilişkin güncel bir makalenin insan davranışını tanımlayan giriş cümlesi; “insanoğlu” kelimesi ile başlıyordu. Belli ki yazarlar, hemen hepimiz gibi bu eril dil ve düşünüş biçiminden henüz bütünüyle uzaklaşamamıştı. Burada insan nesli için “insanoğlu” kelimesini kullanagelen; kadının yerini, varlığını en başından yok sayan, binlerce yıllık bir ideoloji ve ezberden bahsediyoruz; değişmesi öyle kolay olmayacak ama mümkün!

Medyada özellikle şiddet haberlerinin sunuluşundaki dil de oldukça sorunlu...

Medya ve sosyal medyadaki paylaşımlarda faillerin sıklıkla kahramanlaştırıldığını, şiddet davranışının haklı gerekçelerinin oluşturulmaya çalışıldığını, şiddete maruz kalanın suçlu ilan edildiğini, kişilerin özel yaşamlarının ve kişisel bilgilerinin gizliliğinin ihlal edildiğini görüyoruz. Bu habercilik ve paylaşım biçiminin bizzat kendisi, şiddeti yeniden üreten, meşrulaştıran, teşvik eden ve yaygınlaştıran en önemli araçlardan. Faili aklamaya dönük, şiddeti meşrulaştıran söylemler şiddetin, bir sorun çözme yöntemi olarak benimsenmesine neden oluyor. Failin ya da şiddete uğrayanın kimlik özelliklerine ya da davranışlarına vurgu yapılarak verilen haberlere dikkat edilmesi gerekiyor. Örneğin failin “Mülteci, psikolojik sorunları olan, aldatılmış, iflas etmiş, ‘erkekliğine dil uzatılmış’, cinnet geçirmiş, …” olduğunun vurgulanması, faili haklı göstermeye aracılık eder. Haberlerde/paylaşımlarda aynı şekilde; şiddete uğrayanın kırmızı rujlu olması, mini etek giymesi, trans olması, geç saatte dışarıda olması, alkollü olması, eşini aldatması gibi detaylara yer verilmesi şiddet davranışını haklı göstermeye çalışmak demektir. Şiddete maruz kalandan “Masum, melek, ana, namusuyla parasını kazanan, ... ” gibi ifadelerle bahseden haber ve paylaşımlar, bazı şiddet eylemlerinin korkunç bazılarınınsa meşru olduğu varsayımını barındırır, şiddeti yeniden üretir.

Toplumsal cinsiyet rollerine hapsolmak hem kadın hem de erkek için ne gibi ruhsal sorunları beraberinde getiriyor? Örneğin yapılan araştırmalara göre kadınlar depresyona erkeklerden daha fazla giriyorlar, bu durumu toplumsal cinsiyet açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Toplumsal cinsiyet rolleri kadını ya “cinselleştirilmiş bir nesne” ya da “evinin kadını, çocuklarının anası” olan, edilgen ve itaatkâr kadınlık rolleri arasına sıkıştırırken psikolojik, cinsel, fiziksel ve ekonomik şiddete maruz bırakıyor. Kadınlarda depresyon ve anksiyete gibi ruhsal hastalıkların erkeklerden iki kat fazla görülmesinin en temel nedenleri toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve onunla bağlantılı yoksulluk ve kadına yönelik şiddettir. Benzer şekilde LGBTİ bireylerin ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar yaşama, intihar etme ve şiddet görme riskleri genel toplum ortalamasından yüksektir.

Erkek toplumsal cinsiyet rolü; otoriterlik, duygularını belli etmeme, “erkekliğini ispatlamak”, gibi insan doğası ile uyumsuz beklentiler içeriyor. Geleneksel rolleri reddeden erkek de, “erkekliği” sorgulanarak toplumca yıpratılıyor, “kadınsı” denilerek "değersizleştiriliyor". Yani hem şiddete uğruyor hem de şiddet uygulamaya teşvik ediliyor. Bu rolün erkeklerde alkol-madde kullanımı, partnere yönelik şiddet, depresyon, geçimsizlik, kalp rahatsızlığı, düşük yardım arama davranışı gibi pek çok olumsuz ve riskli durumla ilişkili olduğunu görüyoruz. Ülkemizde her gün en az bir kadın, çoğunlukla aile üyesi olan ya da ilişki içinde olduğu bir erkek tarafından öldürülüyor. İki kadından birinin şiddete maruz kaldığı, 15-44 yaş arasındaki kadınların şiddet görme ya da tecavüze uğrama riskinin kanser olma, trafik kazası geçirme ya da sıtmaya yakalanma riskinden yüksek olduğunu biliyoruz. Kadın cinayetlerinin yarısından fazlası eşler ya da eski eşler tarafından gerçekleştiriliyor, şiddet olaylarının büyük çoğunluğunda failin erkek olduğunu görüyoruz.

Bir yazınızda "günümüzdeki erkekliğin kitabı da, kadınlığın kitabı da eril zihniyet tarafından kaleme alınmıştır" diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Evet tarih boyunca bu böyle olmuştur. Eril zihniyetin inşa ettiği toplumsal cinsiyet, insanları kadın ve erkek diye ikiye ayırmakla başlıyor. Yaygın inanış ve iddiaların aksine, insanların davranış ve tutumlarını doğuştan getirdikleri cinsiyet özellikleri ve biyolojik farklar belirlemiyor. “Erkek” ya da “kadın” oluş; biyolojik belirleyicilerden çok, zaman ve mekâna göre değişen sosyal yapılar içinde inşa edilmiş sınıflandırmalar. Çocuklar doğumda sahip oldukları biyolojik cinsiyet özelliklerine bakılarak toplum tarafından “kız” ve “erkek” olarak işaretleniyorlar. Bu ikili sınıflandırmaya göre kızlar ve oğlanlar birbirinden farklı şekillerde büyütülüp; cinsiyete dayalı ayrımcı kalıp yargılar ve roller öğretilerek ilerideki toplumsal rolleri için hazırlanıyorlar. Bireylerden mutlaka bu iki toplumsal gruptan birinin üyesi olmaları; kişisel arzu, yönelim ya da özelliklerine göre değil, toplumun belirlediği toplumsal, cinsel, ekonomik ve politik kurgulara uygun yaşamaları bekleniyor. Bu ikili sınıflandırmada ne yazık ki cinsel çeşitlilik; interseks ve trans deneyimi olan bireyler ve heteroseksüel olmayan var oluş biçimleri tümüyle yok sayılıyor.

Dr. Arzu Erkan Yüce kimdir?

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunudur. Psikiyatri ihtisasını Ege Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda tamamlamıştır. İzmir’de kendi muayenehanesinde ve İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

Temel uzmanlık alanı Bilişsel Davranışçı Terapiler ve Şema Terapi’dir. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Anadolu Psikoterapi Derneği’nin Bilişsel Davranışçı Psikoterapiler (BDT) eğitimcisidir.

The Academy of Cognitive Therapy tarafından BDT terapisti olarak sertifiye edilmiş, “diplomat” unvanına hak kazanmıştır. The European Federation of Sexology (EFS) & The European Society for Sexual Medicine (ESSM) tarafından yapılan sınavlarla akredite olarak, “Psikoseksüel Terapist” unvanına hak kazanmıştır.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.