Yervant Baret Manok'un anısına: Çok-kimlikli bir dünya vatandaşı

Baret’in son dönemlerde entelektüel ilgisini yönelttiği en önemli konu Ermeni kimliğinin farklı tarihsel, coğrafi ve kültürel bağlamlarda aldığı farklı biçimlerdi. Genel kabul gören bir teze karşı çıkıyor ve Ermeniliğin dinle organik bağlantısı olduğu yolundaki ortodoks yaklaşıma şüpheyle yaklaşıyordu.

FIRAT GÜLLÜ

Sevgili dostum Yervant Baret Manok’un adına ilk kez başarılı Edebiyat Dergisi Kritik’in Mart 2008 tarihli ilk sayısında rastlamıştım. O dönemde BGST içerisinde kurduğumuz Tiyatro Bağlamında Kültürel Çoğulculuk Çalışma Grubu’nun araştırma faaliyetlerine devam etmekteydik. Bu faaliyetler sırasında Ermeni tiyatrocu dostlarımızla tanışmış, ortak çalışmalar yürütmeye, hepsinden önemlisi kitaplar yayınlamaya başlamıştık. Sevgili Boğos Çalgıcıoğlu’nun çevirisini yaptığı Şarasan’ın “Türkiye Ermenileri Sahnesi ve Çalışanları” adlı kitabının yayınlanması çalışmalarımıza yeni bir boyut katmıştı. Bu kitap aslında yıllardır araştırmacılar tarafından biliniyordu ama Türkçeye çevrilerek daha geniş bir okur kitlesine ulaşması mümkün olmamıştı. Bu kitabın Türkçeye çevrilmesi Mehmet Fatih Uslu ile tanışmamıza, ilerleyen zamanlarda birlikte çalışma olanağı bulmamıza ve dostluğumuzu ilerletmemize vesile olmuştu. Fatih, Boğos Levon Zekiyan ile Venedik’te çalışma fırsatı bulmuştu ve bizleri Venedik Mıkhitaristleri’nin tiyatroya katkıları konusunda oldukça bilgilendirdi. Onun sayesinde aynı zamanda Baret ile de tanışma şansı bulduk. 
Zekiyan’ın vesilesiyle…
2010 yılının Kasım ayında başlayan ve e-postalar üzerinden yürüyen ilk diyaloglarımızın ardından, Yervant Baret Manok ile ilk kez 2011 yılının Nisan ayında sevgili hocamız Boğos Levon Zekiyan’ın İstanbul Şehir Üniversitesi’nde yaptığı bir söyleşide tanışma fırsatı bulduk. Uzun yıllardır Paris’te yaşamakta olan Baret bir hafta için İstanbul’a gelmişti ve bu süre zarfında onun Venedikte Mıkhitaristlere ait tarihi San Lazzaro Manastırı’nda yürütülen ilk Türkçe tiyatro faaliyetleri hakkında kaleme aldığı kitabını, İtalyancadan Türkçeye çevirmek ve Türkiye’de yayınlamak için gerekli detayları konuşmayı planlıyorduk. Zekiyan Hocanın etkinliği sonrasında birlikte bir yemek yemiştik. E-postalarda birbirimize hitap etmek için kullandığımız “Baret Bey” ve “Fırat Bey” ibareleri kısa sürede ortadan kalkmış, masadaki sohbetin ilk birkaç dakikası içerisinde kırk yıllık ahbapmış gibi hissetmeye başlamıştık. Bir iki gün sonra da Kadıköy’de, Beşiktaş İskelesi’nin üst katındaki Denizatı Kafe’de oldukça uzun süren samimi bir sohbete girişmiştik. Kapandığı tarihe kadar bu kafe, İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Baret’le uzun sohbetler yapmak için mutlaka bir araya geldiğimiz özel bir mekân olagelmişti. 

Kadim topraklarda
Baret’le uzun sohbetlerimizde ne üzerine konuşurduk? Türkiye’deki politik gelişmeler başta gelen konular arasındaydı. Şaşırdığım şey Baret’in Türkiye’deki tüm gelişmelerden haberdar olmasıydı. Bazen hangimizin Paris’te, hangimizin İstanbul’da yaşadığına karar vermek zor olurdu. Türkiye’deki gelişmeleri hem içeriden (yani Türkiyeli medyadan) hem de dışarıdan (yabancı medyadan) çok dikkatli bir biçimde izlerdi Baret. Oturup sohbete giriştiğimizde meraklı bir çocuk gibi sürekli sorular sorardı. Kendi fikirlerini beyan etmekten çok karşısındakini dinlemeyi ve farklı fikirler duymayı severdi. İstanbul’da çok uzun kalmazdı, her yıl bir ya da iki hafta için gelir sonra Paris’teki işleri için geri dönerdi. Ailesine çok düşkündü, İstanbul’da bulunduğunda kafası hep onlarla meşgul olurdu. Buna rağmen son ziyaretlerinde İstanbul’da dönemsel bir iş bulma ve yılın belli bir zamanında bir süre buralarda kalma gibi planlarından bahseder olmuştu. Tabii bunlar Türkiye’deki politik ortamın kızışmasından önceki zamanlara ait planlardı. Yanlış hatırlamıyorsam son uzun ziyaretlerinden birisinde HAYCAR’ın Doğu Anadolu turlarından birisine katılmıştı, hatta Diyarbakır da tur rotasındaydı diye hatırlıyorum. O geziden çok mutlu dönmüştü. İstanbul’da kaldığı ve görüşme fırsatı bulduğumuz süre içinde sürekli o geziyi anlatmıştı bana. O kadim toprakları görmekten müthiş etkilenmişti. Son yıllarda onu hiç bu kadar heyecanlı gördüğümü hatırlamıyorum.

Venedik öyküleri
O Türkiye’deki aktif politik konulara dalmaya çalıştıkça ben de onu tiyatro ortamlarına çekmeye çalışırdım. Onun tatlı bir sakinlikle anlattığı Venedik’te geçen hikayeleri ne kadar fazla insan duysa o kadar iyi olacak gibi gelirdi bana. Özellikle genç tiyatrocularla buluşmaktan büyük keyif alırdı. Birkaç kez üniversiteli ve liseli gençlerle birlikte olma şansı yakalamıştık. Bu toplantılara çok değer vermekle beraber 1980’li yıllarda genç bir adamken hocaları tarafından tiyatro oyunları konusunda bir tez yazmaya itilmesinin bir tesadüften ibaret olduğunu ileri sürer ve tiyatro araştırmacısı sıfatını kullanmaktan hoşlanmazdı. Onun ilgisini çeken konular daha çok kültür tarihi ve kimlikle ilgili konulardı. Üniversite yıllarında ilgi alanına giren tiyatro oyunlarını sonraki yıllarda çok fazla gündemine almamıştı. Elinde, San Lazzaro Manastırı kütüphanesinden alınarak büyük titizlikle transkript edilmiş üç oyun dışında, üzerinde çalışılması gereken üç oyun daha vardı. Bunları büyük titizlikle fotokopiler ve bu işlerde çalışmaya aday olanların eline sıkıştırırdı. “Adeta birileri şu işi elimden alsa da ben de vicdanen rahatlasam” diye düşünürdü. Ama biliyorduk ki bu kadar uzmanlık gerektiren bir işin üstesinden Baret gibi donanımlı birisi dışında çok fazla kimse gelemezdi. Deneyenler de kısa sürede pes ediyorlardı zaten. Baret ise genç neslin bir gün bu işin üstesinden geleceğine inanırdı. Bizlere öğrenciliği döneminde manastır kütüphanesinde gördüğü el yazması tiyatro metinleriyle dolu bir çantadan söz ederdi sürekli. Venedik’teki yaz okuluna gidip de bu hikâyeyi dinlemeyen yoktur herhalde. Baret, kütüphanede gözü kapalı her şeyin yerini bulabilen Borges benzeri yaşlı bir rahip olduğunu söylerdi. Onun öğrenciliğinde bu rahip ona yardım etmiş, çalışması için ona 6 adet metnin kopyalarını hazırlamıştı. Baret bunlardan üçünü çalışmasında kullanmış, diğer üçünü ise gelecekte kullanmak üzere arşivine kaldırmıştı. Ancak rahip ölünce kütüphandeki oyunlar kaybolmuştu. Herkes Baret’e o oyunları son gören kişi muamelesi yapar ve neden tamamının kopyasını almadı diye ona kızarlardı. Genelde çok sakin birisi olan Baret böyle durumlarda sinirlenir ve tez sürecinde yaşadığı zorluklardan bahseder, genç bir adam olarak okulu bitirmek dışında bir şey düşünmediği günlerde yaptıkları yüzünden bugün suçlanıyor olmayı anlamlandıramazdı. Tabii ki bunlar esprili konuşmalardı ve çoğunlukla onu kızdırmak için yapılırdı. Sonunda onun Venedik’te öğrencisi olmuş bir arkadaşımız sayesinde o çanta bulundu ve Baret de rahatlamış oldu. Venedik’te öğrencisi olmuş genç araştırmacılardan bir proje grubu oluşması ve bu metinlerin Latin harfli transkripsiyonlarının yayınlanması fikri onu her zaman heyecanlandırmıştı. Böyle bir proje gerçekleştiğinde ekibin en büyük destekçisinin kendisi olacağını söylerdi her zaman.

Kimliğin biçimleri
Baret’in son dönemlerde entelektüel ilgisini yönelttiği en önemli konu Ermeni kimliğinin farklı tarihsel, coğrafi ve kültürel bağlamlarda aldığı farklı biçimlerdi. Genel kabul gören bir teze karşı çıkıyor ve Ermeniliğin dinle organik bağlantısı olduğu yolundaki ortodoks yaklaşıma şüpheyle yaklaşıyordu. Hatta tartışmalarda zaman zaman harareti yükselten bir örnek olarak kendi kimliğini korumakla beraber Müslümanlaşmayı seçen Ermeniler konusunda çok sayıda örnek ortaya koyuyordu. Yakın zamanlarda bu konuyla ilgili gözlem ve araştırmalarını içeren bir kitap yayınlamayı düşünüyordu. Gerek Ermenilik gerekse Türklüğün, gerek gönüllü seçilmiş gerekse dayatılmış her türlü kimliğin kısmen de olsa kurgusal olduğunu; kendimize ve karşımızdakilere bu kimlikleri dönüşemeyen, mutlak ve değişmez kategorilermiş gibi kabul ederek yaklaşmanın mantıksızlığını savunan bir kişiydi Yervant Baret Manok. Mıkhitarist rahiplerin Venedik’te bir adada oturup Türkçe oyunlar yazmalarını bu mantıkla anlamlandırıyordu zaten. İnsanın tek bir kimliğe hapsolup kalmasından, diğer kimlikleri ‘öteki’ hatta ‘düşman’ olarak görmesinden asla hoşlanmazdı. Fransa’da yaşayan Ermeni toplumu içerisinde uzun süredir aşılamayan bu türden yaklaşımların genç neslin açık fikirliliği sayesinde tarihe karışacağını düşünürdü. Ermeni dilinin, kültürünün ve kimliğinin gelişim göstermesi ve yeni kuşaklarca yaşatılması için sorumluluk almaktan her zaman büyük keyif alan, Fransa’yı ülkesi olarak gören ve orada yaşamaktan mutluluk duyan, Venedik ile özel bağlara sahip olmakla gururlanan ve Türkiyeliliğin kendi kimliğinin vazgeçilmez bir parçası olduğunu söylemekten asla geri durmayan çok-kimlikli, çok-kültürlü bir dünya vatandaşıydı Yervant Baret Manok. İflah olmaz bir hümanist, insanlıktan ümidini asla kesmeyen bir optimistti. Ama benim için her şeyden önce teşvikkar bir ağabey, gerçek bir dost ve dünyayı daha güzel bir yer yapmak için aynı yolda yürüdüğüm bir yoldaştı. Onu geçtiğimiz hafta kaybettik. Artık aramızda değil. Bildiğim ve yoğun biçimde hissettiğim yegâne gerçeklik onu çok özleyecek olmamdır. Ölümünden birkaç gün önce son yaptığımız yazışmada birbirimize ilettiğimiz gibi buluşup politik gelişmelere dair yorumlarımızı, yayınlanan yeni kitaplara dair görüşlerimizi ve hayata dair beklentilerimizi ve planlarımızı paylaşacaktık. Kadıköy’de yine uzun bir kahvaltıda bir araya gelip konudan konuya atlayarak uzun uzun söyleşecektik. Ama artık bunların hiçbirisini yapamayacağız. Onu çok özleyeceğiz. Işıklar içinde uyusun.

Kategoriler

Güncel Dosya