YAZARLAR

Yazamamak üzerine bir yazı: Yazı günü

Yarın pazar. Akşamına ülkenin yarısı sevinecek, öteki yarısı üzülecek – diye düşünüyor insanlar. Biz ikimiz, o iki yarıdan olmadığımızı da biliyoruz. Bu, içten içe mağruriyet hissi veriyorsa da, kimi zaman canımızı acıtıyor. İkimiz, buraya kadar dayanmış okuyucu ve ben, şarkı dinleyelim. Uzundur Zeki Müren dinlemedik belki, o çalsın. Ne bileyim, güzel bir beyaz şarabımız olmuştur belki yıllar sonra, onu açalım. Olacak olan olur.

'Yazı günü' diye bir şey var hayatta. BirGün isimli cerideye 2013’ün başında ilk “Pervaz”ı yazdığıma göre, beş yılı aşkın bir zamandır, her hafta “yazı günü” denen şey var hayatımda. 2013’te bu “gün”, pazardı, Pervaz’ın yıllar evvel Radikal’de okuduğum o yazarın yazı günüyle aynı olmasını istemiştim. Ardından Evrensel zamanı; orada cumartesiydi zira “Pazar” ekine taşınmıştı Pervaz artık. gazeteduvar.com’da ise, malum, bu yazıyı okuduğunuz güne, cumartesiye vardım. Dolayısıyla cuma oldu yazı günü. Beş yıldır, birkaç defa fiziki, birkaç defa da mental mecburiyetler dışında her hafta yazı yazdım.

Yıllarca çok eleştirdiğim, arkadaş meclislerinde dalga konusu ettiğim kimi yazarların yaptığı “numaralara” da mecbur kaldığım oldu. “Baskıya yetiştirmek” için bilgisayar ekranının arkasında Adana kebap varken yazmak zorunda kaldığım da. Kimi gün, çok alakasız bir yerde, hayatın hayhuyuna teslim olmuşken dehşetle “o gün” olduğunu yani yazı günü olduğunu anımsadım. Gün geldi, vapurdan inmeyip iki yaka arasında gidip gelerek yazı yetiştirdim. Hiçbir zaman “yedekçi” olamadım; değil ki güncele dair bir şey yazıyorum da tam o gün yazmam gerekiyor. Buraya, gazeteduvar.com’a ilk başladığım günlerde “coşku” yazıları yazmaya karar vermiştim – hatta sonradan biri “davarlık coşkusu” dedi sağ olsun bir yerlerde. Teşekkür ettim. Nazik bir insanımdır. Oraya “yedek” yapmak mümkündü, nispeten fiktif metinlerdi, bir sonraki metinle konuşmak niyetinde olan, bittiğinde başa dönüp tamamlanacak bir tasarıydı. Vazgeçmedim tam olarak ama memleket müsaade etmedi. Daha ben coşkulara henüz ısınmıştım ki arkadaşım gözaltına alındı ve ona hitaben bir şey yazdım.

Bu beş senede hem kişisel hayatımda, hem ülkenin bizzat kendisinde neler neler oldu. Sıralamaya kalksam, sanki binlerce sayfa tutar. Sanki de neymiş, elbette tutar. Sevinçler, üzüntüler, hevesler, serinlikler, dağılmalar, uzun uykular, katliamlar, mahkeme kapıları, cezaevi kapıları, seçimler, kapanmalar, açılmalar, tıkanmalar, yenilenmeler, ölümler, doğumlar, şarkılar, şiirler, romanlar, öyküler, kokular... daha neler neler.

Bu “yazı günü” denen hadisenin beni en başından beri en çok zorlayan ânı, işte tam bu an. “Yazamamak” üzerine defalarca yazan insanları da çok sarakaya aldım. İlk “yazamamak yazısı”nı yazdığımda bir temiz benimle de dalga geçildi. İyi de yapıldı, oh canlarına değsin. Ama bu anlar, yani “büyük” olduğu besbelli bir toplumsal hadiseden hemen önce ne yazacağımı asla bilemiyorum. Buraya kadar okuyup dayanabilen okuyucuya söylüyorum şimdi: Yayınlandığında, yani sen bu yazıyı okuduğun şu anda, yarın hayatını değiştireceğini düşündüğün bir şey yapacaksın. Sende bu bilgi var. Bende de var. İkimizin de aklında sadece o var neredeyse. Yarın ne olacak, benim yaptığım ne işe yarayacak, senin yaptığın ne işe yarayacak, dahası bir şey yapıyor muyuz ki bir şey bekliyoruz gibi sorular yakamızda, ensemizde, gözümüzde. Yarın seçim var ve sen hasbelkader bu yazıyı okuyorsun. Az çok benim sandıkta ne yapacağımı biliyorsun. Hatta, senin az çok ne yapacağını bildiğimi de biliyorsun. Bu, şüphesiz, rahatlatıcı bir şey ikimiz için de. Ama şimdi, bu yazı günü, bu yazıyı yazmamın ikimize ne faydası var? “Coşku” metni yazsam, yahut güncel siyasete dair fiyakalı tespitler yapsam yahut oturup sevdiğim bir kitaptan bahsetsem, örtük olarak sana da tavsiye etsem. Hangisi, hangimize ne kadar iyi gelecek? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Dedim, başından beri en çok zorlandığım an bu an. Beş yıl geçti, öğrenemedim. Belki öğrenemediğim için “köşe yazarı” falan değilim. İyi bu.

Yarın pazar. Akşamına ülkenin yarısı sevinecek, öteki yarısı üzülecek – diye düşünüyor insanlar. Biz ikimiz, o iki yarıdan olmadığımızı da biliyoruz. Bu, içten içe mağruriyet hissi veriyorsa da, kimi zaman canımızı acıtıyor. Bizim de canımız acıyacak yer arıyor canım. İkimiz, buraya kadar dayanmış okuyucu ve ben, şarkı dinleyelim. Uzundur Zeki Müren dinlemedik belki, o çalsın. Ne bileyim, güzel bir beyaz şarabımız olmuştur belki yıllar sonra, onu açalım. Olacak olan olur. Bakıp çok sevinmek, bakıp kahrolmak; ikisi de mümkün. Biz işimize bakalım. Necatigil’in mektuplarını okuyalım.

İkimize, senle bana yani okuyucu, birer serinlik ısmarlıyorum dünyadan. Böyle de lirik bitirmeye çalışan köşe yazarı gibi oldu. Olsun, dalga geçilse de olur. Canımıza sağlık.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.