Yavuz Sultan Selim teamülen sıra kendisinde olmaması ve babası II. Beyazıt’ın diğer oğlunu padişah naibi yapmasına rağmen adeta babasına darbe yaparak iktidarı ele almadan önce gördüğü şey, doğu taraflarından gelen tehlike idi. Zira babası zamanında İran’da birlik sağlanmış gayet güçlü, Osmanlı’yı tehdit edebilecek Şii eksenli bir devlet, Safevi devleti kurulmuştu. Yaygın kanaatin aksine İran öteden beri Şiilerin çoğunlukta olduğu bir devlet değildir. Çeşitli iç karışıklıklardan sonra çok genç yaşta o zamanki İran olan Safevi devletini kuran Şah İsmail,koyu bir Şii olarak Anadolu’yu gözüne kestirmişti. Kendisi de bir Türk ya da Azeri olan Şah,Şii inancını yaymak maksadıyla kendi ülkesindeki halk kesimlerini ağır baskı altına aldı,hatta katliamlarla Şii mezhebine geçmeye zorladı. Başarılı da oldu. Ülkesini hallettikten sonra bir taraftan da Anadolu’da faaliyetler yürüterek burada çeşitli toplumsal sonuçları olan isyanlar çıkartmıştı. Bunların en bilineni ve büyüğü Şahkulu isyanı idi. Şehzade-vali olarak bulunduğu yerden (Trabzon) olayın vehametini gören Yavuz,babası II. Beyazıt’ın yeterince kavrayamadığını düşündüğü bu tehlikeye karşı harekete geçti.Taht naibi diğer kardeşlerini süreç içerisinde bertaraf ederek babasını çekilmeye zorladı. Bu bilgi tarihen tartışmalı bir konudur. Ama olan şudur; II. Beyazıt ölmeden onun yerine küçük şehzade olmasına rağmen teamüllerin aksine I. Selim geçmiştir. Kendi isteğiyle de olsa istisna bir durumdur. Yine tarihen tartışmalı olan şey odur ki; II. Beyazıt’a atfedilenve memnuniyetsizliğinin bir dışa vurumu olarak Yavuz için, “kılıcın keskin ömrün kısa olsun” şeklindeki daha çok beddua olarak nitelenen rivayettir. Öyle de olmuştur; nisbeten kısa iktidarında çok şey başarmıştır ama, kanaatimce belki dönemin şartlarının bir gereği idi fakat, İran-Safevi tehlikesinin Anadolu’ya yayılmasını durdurmuşsa da İran’daki varlığını sonlandırmamış ya da sonlandıramamıştır. Zira yine tarihi kayıtlara göre, Şah İsmail’in ordusunu takip edip imha etme planını, bütün haşmetine rağmen, ordusuna kabul ettirememiştir. Çok istemesine rağmen sonraki yıllarda da bu mümkün olmamış, İran ve Şii yayılmacılığı durdurulmuş, ancak yok edilememiştir. Şah İsmail’in, özellikle Mısır seferinden sonra sefer yapmaması için Yavuz Sultan Selime mektuplar- elçiler gönderdiği de diğer bir tarihi kayıttır. İlginç bir detayı daha aktaralım; yazışmalarda Şah İsmail Türkçeyi, Yavuz Sultan Selim Farsçayı tercih ediyordu. Burada iki sonucu analiz etmek gereklidir: Bunlardan birisi, Şah İsmail’in planı işleseydi, ortada belki de Osmanlı diye bir şey kalmayacaktı ve Anadolu İran gibi Şii olmaya zorlanacaktı. Bir başka deyişle bugünkü yapının tam tersi bir manzara olacaktı. Diğer bir durum ise Yavuz’un planı hayata geçirilmiş olsaydı, bugün sorumlu insanların iliklerine kadar hissettiği, Şii tehdidi daha o günden bertaraf edilmiş olacaktı. En azından uzun bir süre buzdolabına kaldırılmış olacaktı. Maalesef yapılan tarihi yanlışların bedeli çok ağır olabiliyor. Benzer bir şey 1711’de Prut Savaşında Ruslar için yaşanmıştır. Ordusuna güvenemeyen Osmanlı, Rusların barış teklifini kabul etmiş ve Rus ordusu yok olmaktan kurtulmuştu. Sonraki yıllarda Rusya’nın Osmanlıya, ya da SSCB’nin Türkiye ve dünyaya ne büyük tehditler oluşturduğunu düşündüğümüzde konunun önemi de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Buradan elbette bugün için de sonuç çıkarabiliriz: Askerin, öğrencinin, medyanın, yargının kendi işini yapmaktan ziyade toplumsal olaylarla-siyasetle içli dışlı olması hangi tarihi fırsatları kaçırdığımıza dair sonraki nesillerin değerlendirmesi tabi olacak. Ama telafisi mümkün olmayacak. Biz konumuza dönüp bugünkü İran’ı ve misyonunu değerlendirmeye devam edelim. 1979’da soğuk savaşın çekişmesi içerisinde gerçekte İran’da olan ABD ile Fransa’nın kapışması idi. Malum; Fransa Avrupa’nın hatta dünyanın en köklü devletlerinden birisidir. Onun da dünya lideri olma hedefi var doğal olarak… Dünyanın önemli bir kesimini etkiledi ve hala da etkileyebiliyor. Fransızca dünyada en çok konuşulan diller arasında… Ama II. Dünya Savaşında Almanlar tarafından çok fena hırpalandılar. Dünya Yalta’da yeniden şekillenirken Fransa yoktu oracıklarda… Üstelik Alman işgalinden ABD’nin müdahalesiylekurtarılmıştı (Normandiya çıkartması). İşgalden kurtulduktan sonra tam ‘ben ölmedim’ dercesine 1956’da ABD’ye danışmadan Mısır’daki Süveyş krizine, İngiltere ve İsrail’le birlikte, müdahale edince ‘bigbrother’ tarafından yalnız bırakıldı. Sovyet tehdidi karşısında kuyruğunu kıvırıp çekilmek zorunda kalınca, ABD’ye ila nihayegüvenilemeyeceğini anladı ve bir süre sonra NATO’dan ayrılarak kendi savunma stratejisini ve nükleer gücünü geliştirdi. Bunda başarılı oldu da… Fransa 2009’da Sarkozy döneminde NATO’ya tekrar tam üye olmuştur. 1979’a dek Ortadoğu denince ABD’nin arka bahçesi olarak ilk akla gelen ülke İran’dı. Şahlık İran’ının kurduğu iyi ilişkiler ve stratejik konum, Sovyet sınırındaki bu ülke ile ABD’nin ittifakını zirveye taşımıştı. Bir çok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi Şahın da halkı ile arası mesafeli idi. Bu yüzden güçlü bir istihbarat teşkilatı (SAVAK) kurmuştu. Bir başka deyişle Şah için birinci öncelik, halkından gelecek tehlikeyi bertaraf etmekti. (Hep öyle değil midir? Türkiye’de MİT’in yakın zamana kadar ki misyonunu bilenler bunun Türkiye için de farklı anlama gelmediğini hatırlayacaktır). İçin için kaynayan İran halkını Şaha karşı kenetleyen harç ise, bir türlü sökülüp atılamayan ve esasen mollaların kontrolündeki ‘medreseler’di. Şah iktidardan düştükten sonra bu konuda Türkiye’yi örnek almadığına çok hayıflanmıştı. Global güç olma iddiasındaki Fransa ise, bu gücü farketmiş, kendi lehine toplumsal zemin oluşturmak üzere çoktan harekete geçmişti. Medrese çevrelerinde etkili “Ayetullah”lardan Humeyni içeride güçlü bir müttefikti. Durumun farkında olan ABD diğer etkili Ayetullah olan Ali Şeriatmedari ile safları sıkılaştırmıştı. Zira Şah artık gözden düşmüş, yeni yönetimin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Kimin geleceği de çok bilinmedik değildi. Toplumsal araştırmalar, “Mollaların” iktidarına işaret ediyordu. Öyle de oldu ama nüfuz mücadelesini Fransa kazandı. Komunist TUDEH Partisinin de desteğini alan Humeyni ve Fars-Pers asıllılar, ‘velayeti fakih’ olarak daha üst sırada yer alan ve ABD yanlısı Azeri aşıllı “Ayetullah”Şeriatmedari’yi alt etmişti. Bir süre varlıklarına göz yumulsa da Humeyni süreç içerisinde her ikisini de (Tudeh ve Medari) bertaraf etti. İran’la Suriye’nin ilişkileri de tesadüfi değildir. Evet mezhepsel bir bağ vardırama, aslında İran’daki Şii anlayışı Suriye’deki Nusayri anlayışını kabul etmez. Ancak siyaset bir adım daha öndedir ve bağımsızlık öncesi bir Fransız nüfuz alanı olan Suriye ile İran halen müttefiktir. Humeyni Suriye-Lübnan bölgesinde faaliyet gösteren Hizbullah’ın elinden Fransız rehinelerin serbest bırakılmasına da aracılık ederekFransa’ya gerekli hizmetini de yapmıştır. Tabii en önemlisi; Humeyni, 1979 devrimi başarılı olduğunda uçağı Paris’tenhavalanarak Tahran’a inmişti. İran’ın fazla bilinmeyen çok ilginç bir ilişkisi de İsrail iledir. İki ülkenin birbirine dost olduğunu iddia etmiyorum elbette… Ama İran-Irak Savaşı esnasında İran’ın en büyük silah tedarikçisi İsrail’di. Nedeni bir taraftan Arap düşmanlığı iken, diğer bir neden de ticari ilişkilerdir. Malum; ABD de İrangate olarak bilinen skandalla ortaya çıkan süreçte İran’a silah satmıştı. İranlar ilgili değerlendirmelerimiz devam edecek…   DOÇ. DR. KAMİL GÜNGÖR [email protected]