Yabancıya kaçan yabancı

Behçet Çelik'in romanı "Belleğin Girdapları" İletişim Yayıncılık tarafından yayımlandı. Çelik, bir adamın zihninin derinlerine inerek, katman katman onu keşfediyor. Romanın ilerleyen sayfalarında, yabancılaşma ve yalnızlık hissi şişmanlayarak her yeri etkisi altına alıyor.

Google Haberlere Abone ol

Şehir hayatının dolaylı bir getirisi olarak kabul edilen yalnızlık hissine dair düzinelerce yazı yazıldı. Onca koşuşturma, hayhuy içinde üzerimize çöreklenen yalnızlık, sadece bir şehir hastalığı olarak görülemeyecek denli kuvvetli bir hisken, bunun, şehirde daha çok alıcı bulduğu yönünde yaygın bir kanı mevcut. Hâlbuki bırakalım şehri, kasabayı, Allah’ın bile evreni yalnızlıktan yarattığını söylesek, abes kaçmaz.

Behçet Çelik’in Belleğin Girdapları isimli romanı, bu yalnızlık hissiyle mücadele etmeye çalışan, hayata ve kendine yabancılaşmış bir karakterin hikâyesiyle karşımıza çıkıyor. İçine düştüğü buhranda debelenirken nefes almakta zorlanan ve bu uğurda bütün düzenini altüst eden, etkin bir karakterin. Evet, ona karakter diyoruz çünkü ne karakterin ne de olayın yaşandığı şehrin bir ismi var. Hatta net bir zaman da belirtilmiş değil. Okuduklarımızdan bir çıkarım yapabiliyoruz, o kadar. Çelik’in bilinçli olarak tercih ettiği bu tavır, bize başka bir şey söylüyor aslında. Şehri ya da X kişisini değil, yaşanan duyguyu öne çıkarmaya çalışıyor ve bu sayede geniş ölçekli bir özdeşleşmeye kapı aralıyor sanki.

Karakterse yazarın aksine, ilişki kurduğu mekanlara isim verme alışkanlığına sahip. Yaşadığı gecekonduya “Serpmetepe” pazarları müdavimi olduğu mekana “Olmayan Şeyler Kafesi” diyor ve bu sayede yabancılaşma hissinden kaçarak, mekanları kendinin kılıyor.

ŞİRİN Mİ ŞİRİN GECEKONDU EVLERİ

Ben anlatıcının ağzından okuduğumuz roman, bir adamın süregiden hayatını bırakıp şehrin dışındaki bir gecekondu semtine taşınmasının ardından başlıyor. Yaşını başını almış, metin yazarlığı yapan beyaz yakalının biri bu. Görünen o ki iyi bir maaşı, samimiyetsiz de olsa arkadaşları ve başarısızlık içinde çırpınan bir ilişkisi var.

Karakter günün birinde tüm bunlara sırt çeviriyor. Şehrin göbeğinde maruz kaldığı türlü yapmacıklıktan, iktidar mücadelesinden ve buna ayak uydurmak için şekilden şekle girmelerden bunalarak, pek kimseye haber vermeden kaçıyor. Kaçıp gecekonduya yerleşiyor. Ancak kaçma nedeni kitapta o kadar çok tekrarlanıyor ki okur da karakter gibi sürekli ikna edilmeye muhtaç kalıyor sanki.

Karakterin gecekonduya taşınması önemli bir gösterge. Bu durum, tası tarağı toplayıp sahil kasabasına yerleşme klişesinin ötesinde bir arada kalma hissi yaratıyor. Nihayetinde orası da şehrin içinde ama aynı zamanda epey dışında. Tıpkı sakinleri gibi. Hem uzaklık hem de kültürel olarak merkezle yaşanan bu fark, gelip karakterin bileşenlerinden biri olup çıkıyor.

Belleğin Girdapları, Behçet Çelik, 266 syf., İletişim Yayıncılık, 2019.

Biz de karakterin gözünden var olan farklılığı yakalamaya çalışıyoruz. Ne var ki romanın ilerleyen sayfalarında, yabancılaşma ve yalnızlık hissi şişmanlayarak her yeri etkisi altına alıyor. Kitabın başında bir kurtuluş olarak görünen uzaklık, semtle girilen her ilişkide yara alarak yoluna devam ederken, beyaz yakalının ötelenişi artıyor. Bazen kırtasiyecinin bakışlarıyla, bazen terörist yaftasıyla, bazen de üst komşusuyla ve kahvedekilerle yaptığı sohbetlerde aynı şeyi görüyoruz. Yani değişen şey sadece mekân ve insanlar oluyor; maruz kalınan kendini eğip bükme hâliyse devam ediyor. Karakter de buna isyan eder gibi yapay samimiyetler içine giriyor, beceremeyince kendini yiyip bitiriyor, sonra da semttekileri karşısına alarak, sizin için az mücadele etmedik, diyor içinden. Diyor ama kendisi bile inanmıyor.

Bu noktadan bakınca, Çelik’in karamsar yanına biraz daha yaklaşıyoruz. Tıpkı Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözündeki gibi, insanın olduğu her yerde benzer ilişki biçimlerinin açığa çıktığını görüyoruz.

ŞİMDİKİ GEÇMİŞ

Karakterle beraber tüm bu uyum sorunu esnasında sürekli geçmişe dönüp duruyoruz. Eski aşklarını, arkadaşlıklarını ve özellikle bir dostunu takip ediyoruz. Öyle ki, geçmiş de bir karakter olup çıkıyor sanki.

“Neden yaşandığı gibi hatırlamak gereksin? İnsana sadece hatırlama zevki kaldığı günler gelmişse, gelmekteyse, eli kulağındaysa, ne sakıncası var üzerlerine ışıltı, görkem, belki gölge, biraz heyecan katmanın? Yazamıyor olmam gerçeğe sadakatimden mi yoksa? Yeniden yapılandırsam yaşantıları, aslına uygun renovasyonu mümkün mü hatıraların?”

Geçmişle yüzleşmek, onu hafızanın karmaşıklığından çıkarıp yazıya dökmek gibi bir hevese kapılan karakter, aksi gibi hiçbir şey yazamıyor. Hatırladığı belli başlı parçalarla nostaljik bir özlem içerisinde kalıyor ya da sadece özlediği şeyleri hatırlıyor, bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, bu uğraşın nefes almak kadar yaşama içkin olduğu.

Kitabın özellikle bu noktalara ağırlık verdiği bölümlerindeyse, yer yer bir deneme kokusu almaya başlıyoruz. Yazmak üzerine, geçmiş üzerine konuşan ben anlatıcı, kendi dünyasına yabancılaşırken, biz de kurmacanın evrenine yabancılaşıyoruz sanki.

Diğer taraftan kitapta öyle aman aman olaylar, gizemli gerçekler, şaşırtıcı finaller yok. Dahası, Çelik’in böyle bir derdi yok. O, anları, durumları ve sıkışmışlıkları öne çıkarmaya çalışıyor. Hâl böyle olunca, çelişkiler gelip gelip durumlar üzerine toplanmaya başlıyor ve küçük bir detay bile bize çok farklı şeyler söyleyebiliyor.

Şehirle gecekondunun aynılaşmaya başladığı yerdeyse, geçmişin imbiğinden damlayan parçalarla beraber şöyle düşünmeye başlıyoruz: Bu karakter aslında kendinden kaçmaya çalışıyor. Beceremeyince de paranoyaları iyice açığa çıkıyor, böylelikle gerçeklikle kurduğu ilişkisi zedelenmeye başlıyor.

OĞUZCUĞUM ATAY

Romanı okurken belleğimizin girdaplarında bir tanıdıkla karşılaşıyor ve Oğuz Atay’ı, özellikle Tehlikeli Oyunlar’ını hatırlıyoruz. Ben anlatıcı da Hikmet Benol gibi bir yabancılaşma hâli içinde ve daha az parayla geçinebilmek adına gecekonduya (Buraya gecekondu deyip durma. Gecekondu muhitine yakın, iki katlı ahşap bir evde oturuyoruz. Elektriğimiz, suyumuz da var.) taşınıyor. Üst katında emekli bir albay olmasa da yaşlı bir adamla ailesi oturuyor. Geçmişlerindeki kadınlar ve izi bir türlü bulunamayan, hatıralarda yaşanan eski bir dost mevcut durumda. İkisi de geçmişinden kurtulamıyor, oyunlar oynamayı seviyor ve gerçeklikle kurdukları bağlar giderek zayıflıyor.

Diğer bir deyişle; ben anlatıcının geçmişe yönelik hatıralarında olduğu gibi, biz de Oğuz Atay’ı hatırlayıveriyoruz.

Behçet Çelik’in Belleğin Girdapları, yabancılaşan insanın varoluş mücadelesinin iyi bir örneği. Yalnızlıktan kaçmanın, insanı daha da yalnızlaştırdığını, yabancılaşma hâlinin hiç bitmeyeceğini ve hayatın döngüsünden kaçmanın pek mümkün olmadığını anlatıyor.