İstanbul’un bir caddesine adı verilmiş olan Claude Farrere (Klod Farer), yatıyla yaptığı seyahatlerde uğradığı İtalya, Malta, Yunanistan gibi memleketlerde nasıl insafsızca soyulduğunu anlattıktan sonra: “Sonraki uğrağımız Türkiye’deki Çanakkale olduğunu düşündükçe ne yalan söyleyeyim dehşete kapılıyordum. Benim gibi bir gavurun kesesini kim bilir nasıl insafsızca boşaltacaklardı. Saf kan Ortodokslar bize böyle muâmele ettikten sonra Türkler neler yapmazdı? Çanakkale Boğazı’na geldik. Pasaportum olmadığı için nöbetçi Türk askeri bana izin vermedi. Askeri rüşvetle iknâ edeceğimi düşündüm, kesemi açıp kocaman bir altın çıkardım. Parayı, askere önce uzaktan gösterdim, sonra tüfeğini hemen geri çekeceğini umarak ayaklarının dibine fırlattım. Çok yanılmışım. Tüfek kımıldamadı bile. Ve altını bir tekmeyle, yatımın ortasına geri gönderdi. Osmanlı askeri temiz ellerini kirletmemek için paraya dokunmamıştı bile. İnanılmaz şeydi bu. Fransa’dan ayrılışımdan beri ilk defa bir Akdeniz yerlisi paramı reddediyordu. Sabah olunca, o civardaki bir köyde kurulan pazara geldim. Burada her şey akıl almaz bir ucuzlukta idi. Bu şaşkınlık içinde durmadan satın alıyor ve istediklerini son meteliğine kadar ödüyordum. Allah için, bu iyi insanlar benim yabancılığımdan istifâde etmeye kalkmadılar. Aldıklarımı iki merkebe yükleyip yatıma dönerken, yolda iki asker beni durdurdu ve tekrar pazara gideceğimizi söyledi. Biri kadı olmak üzere 5-6 kişi ve aralarında alışveriş ettiğim adamlar beni bekliyorlardı. Hiç şüphesiz , bu zavallılar, mallarını benim gibi birine sattıkları için cezalandırılacaklardı... Yükün hepsi indirildi; teker teker sayıldı ve tartıldı. Kadı, satıcıları sorguya çekti, öfkelendi. Her birinden cezâ olarak aldığı paraları bir torbaya koydu ve torbanın ağzını bağladı. Sonra kâdının bir işaretiyle eşyalar, bir tanesi eksik olmak üzere tekrar merkebe yüklendi, Kâdı, nâzik bir el hareketiyle bana izin verdiğini belirterek, kuruşlarla dolu torbayı bana verdi. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Aynı zamanda câminin imamı da olan kâdı, çeşitli diller bilen muhterem bir zattı. Fransızcasıyla bana izahat verdi: -Çünkü, satıcılar, sana sattıkları eşyadan fazla kâr ettiler. Hâlbuki yabancıdan fazla kâr alınmaz.” *** Bunun adı, Türk milletinin ruhuna işlemiş İslâm Ahlâkı’dır. Günümüzde ne kadar karşılığı var? Bunu da dönüp kendimize soralım. Kendi iç muhasebemizi yapalım. Tezekkür ve tefekkür ederek inancımızdaki asaleti ruh köklerimize damıtalım. Ki, kurumuş olan kıymetlerimiz köklü çınarı tekrar yeşertsin. Dal budak salmasına vesile olsun.