11 Ağustos 2018 23:15

Ya o asbestten ben de solumuşsam!

Ya o asbestten ben de solumuşsam!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Gece yarısı İstanbul’dan yola çıktılar. Sabaha karşı Çanakkale’de boğazı geçtikten sonra her yıl olduğu gibi saat kulesinin yanı başındaki çorbacıda mola verdiler. Altı senedir, arabalı vapurdan çıkar çıkmaz, camları yemek dumanından buharlanmış bu lokantada mola verip çorba içmesinin, çorbanın lezzetinden öte sunumuyla ilgili olduğunu söyledi arkadaşlarına. Masayı gösterdi, “haksız mıyım?” dedi.

İşlemeli tertemiz masa örtüsünün üzerinde şık zeytinyağı ve elma  sirkesi şişesi, hasır tabaklarda kare kare kesilmiş ekşi maya ekmeği, bol limonlu roka, içinde tahtadan küçük bir kaşık bulunan sarımsak kasesi, cam baharatlıklarda ağzına kadar dolu kimyon, karabiber, pul biber...

Üzerinde dumanı tüten çorbalarını acele etmeden, keyfini çıkararak içip yola koyuldular. Geyikli İskelesinden arabalı vapura geçtiklerinde, gün öğleye geliyordu.

Üç arkadaştılar bu sene de. Hemen hemen aynı yaştaydılar. Üçü de üniversite öğrencisiydi. Yol aldıkları son model otomobili kullanan 25 yaşlarındaki Berk’in babası büyük bir tekstil şirketinin sahibiydi.

Bu yıl da bağbozumuna denk getirmişlerdi ada tatilini. Geçen yılki bağbozumu şenlikleri çok hoşlarına gitmişti. Günün hemen her saati dolu dolu, neşeli olan ada sokakları bağbozumu zamanı daha da bir kıpır kıpır oluyordu.

Gemi sert rüzgarın köpüklendirdiği denizde beşik gibi sallanarak limana girdiğinde, dalgalar kirp diye kesildi. Birden bire durulan denizin aksine rüzgar hızından hiçbir şey kaybetmemişti.

Vapurdan çıktıklarında, daha ada emniyet müdürlüğünü geçmeden karşılarına çıktı bağbozumu şenlik alayı. Bir traktörün römorku üzüm asmalarıyla, türlü türlü çiçeklerle süslenmiş, en arkaya davulcu zurnacı oturmuş, adanın ana caddesinden geçip bağlara doğru yol alıyordu. İçinde yerli yabancı tatilciler ve yerel giysiler giymiş adalı genç kızlar vardı. El çırparak, gerdan kırarak, parmak şaklatarak neşeli ezgilere eşlik ediyorlar, bazen da oturdukları yerden kalkıp römorkun içinde göbek atıyorlardı.

Bir süre traktörü izlediler. Arkasına takılıp kendileri gibi birkaç otomobille birlikte konvoy yaptılar, bu neşeye ortak oldular. Asfalt yol, Bozcaada çavuşu, karalahna, vasilaki, merlot gibi üzüm çeşitleri ile dolu bağların arasından geçip adanın güneyine, Ayazma’ya doğru ilerliyordu. Bağlarda paralel olarak gerilmiş teller boyunca uzanan asmalar insan boyuna kadar ulaşmışlar, siyah, yeşil, sarı, mor salkımlar güneşin altında gülümsüyorlardı. Bu yıl da geçen seneki gibi epey bereketli görünüyordu bağlar.

Bu üzümlerden kurulan şarapları, akşamları keçi sütünden yapılmış tulum peyniri eşliğinde tatmaya bayılıyorlardı. Adada kaldıkları hemen her akşam, fesleğen kokulu dar sokak aralarına dizilmiş beyaz örtülü masalarda şarapları teker teker tadıyorlar, en beğendikleri şaraptan gecenin sonunda bir şişe alıp soluğu kalenin dibinde, salhanede ya da dalgakıranda alıyorlardı.

Bağbozumu konvoyundan ayrılıp Manastır’da kısa bir mola verdikten sonra Beylik koyuna yöneldiler. Üç senedir hemen ilerideki Ayazma yerine burada denize girmeyi tercih ediyorlardı. Beylik Koyunda, beş yıl önce karaya oturan koca geminin gölgesinde uzanmak çok keyifliydi.

Zaten Ayazma’nın eski tadı yoktu nicedir. Kalabalık her geçen sene artıyordu. İnsanlar sahilde dip dibe, iç içe oturuyorlardı. Denizin yüzeyi temiz görülse de dibinde her türlü pislik vardı. Çocuk bezi, envai çeşit şişe, poşetler hatta şarıngalar...

Yolun hemen yanındaki açıklığa aracı park edip indiler. Epeyce yükseklikteki bu yerden aşağıda ayaklarının altında kalan koya baktıklarında şaşırıp kaldılar. Yıllardır, koya paralel, hemen denizin birkaç metre içerisinde karaya oturmuş bir halde duran gemiden eser yoktu.

Aşağıda, koyun girişinde birkaç araç park etmiş, araçların bazıları koyun içine kadar gitmişlerdi. Geminin bulunduğu yerin karşısında çocuklu bir aile, onlardan biraz daha ileride bir çift şemsiyelerini açmışlar güneşleniyorlardı.

Araçlarına binip koya indiler. Girişe, diğer araçların yanına park ettiler. Geminin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Hala inanamıyorlardı, koskoca gemi yoktu, yok olmuştu. Üç-dört senedir her yıl bu koya mutlaka gelirler, denizin içindeki geminin gölgesine şezlonglarını çekip, biralarını yudumlarlardı.

Geminin gövdesinde kalın beyaz harflerle yazan “Gemiye çıkmak tehlikeli ve yasaktır” yazısına kimsenin aldırdığı yoktu. Tırmanabilenler geminin halatlarına asılıp tırmanıyor, üzerine kadar çıkıyorlar, bütün kamaraları dolaşıyorlardı.

Bir keresinde de Bozcaada’da evi olan ünlü komedyen Ata Demirer’in gemi ile yaptığı çekimlere denk gelmişler, hatta çekimlerde gönüllü figüran bile olmuşlardı. Komedyen, arkasında gemi olduğu halde telefonla konuşuyor “Abdullah abi gemiyi düz ayak bir yere yanaştırdım. Gel beni buradan al” diyordu. Öbür sahnede ise güya çalışmayan gemiyi hareket ettirebilmek için itiyorlardı.

Şimdi, geminin bulunduğu yerde kocaman bir boşluk vardı. Kumsalda gemiden kaldığını düşündüğü birçok irili ufaklı parçaya rastladı yürürken. Kocaman bir iş makinesinin bıraktığı derin lastik izleri görünüyordu ince kumun üzerinde. Paslı irili ufaklı metal parçalar, her renkten marleyler, plastik eşyalar gelişi güzel saçılmıştı etrafa. Kumsal mahvolmuştu! Çakılların arasındaki bıçak gibi keskin metal parçalarını görünce çıplak ayaklarına terliklerini giydi hemen. Denizin içinde de pas tutmuş, ucu sivri bir metal parçası duruyordu. Tam bir hayal kırıklığı idi koyun hali.

Arkadaşlarının neşesinde bir azalma yoktu ama onun bütün keyfi kaçmıştı. İsteksizce denize girip çıktı. Kumsala adım atar atmaz terliklerini tekrar geçirdi ayağına. Az ilerde, koyun ortalarında kamera karşısına geçmiş hararetli bir şeyler konuşan üç kişiyi o zaman fark etti. Gidip bir süre dinledi onları. Gemiden bahsediyorlardı; “Çok uyardık, ama dinlemediler. Nisan ayında kaymakamın da katıldığı bir törenle bulunduğu yerde sökümüne başladılar geminin. Aradan aylar geçip turizm sezonu gelince eleştirileri susturmak için sahilde gemiden kalan parçalarda analiz yaptırdılar. Asbest çıktı!”

“Yaşam bu kadar ucuz mu?” dedi Berk, mikrofon kendisine uzatılmışken. “Bakın herkes burada hala denize giriyor. Bu gemide böylesi bir tehlike vardı da neden şimdiye kadar buna yönelik önlem almadılar. Asbest çıktıktan sonra neden bu koya hala bizlerin girmesine izin veriyorlar. Ya o asbestten ben de solumuşsam!..”

Beylik koyunu hemen o saatte terk ettiler. Artık ne ada şarapları, ne gün batımı, ne bağ bozumu vardı gözlerinde. Korkunç bir şüphe içlerini kemiriyordu sadece; “Ya o asbestten ben de solumuşsam!..”

* Asbest: Isıya, aşınmaya, kimyasal maddelere oldukça dayanıklı, yapısal özellikleri açısından esnek, lifli yapıda bir mineraldir. Asbeste bağlı hastalıklar; akciğer zarında sıvı birikmesi, akciğerleri ve karın boşluğunu saran zarın kanseri (mezotelyoma) ve akciğer kanseridir. Asbeste bağlı hastalıkların ortaya çıkması genellikle uzun yıllar alır. Bu süre, maruz kaldıktan sonra 10 ile 50 yıl arasında değişir. (Türk Toraks Derneği)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...