TBMM Başkanlık Emekli Müşaviri, Araştırmacı-Yazar ve Tarihçi İsmail Hacıfettahoğlu ile kurtuluşunun 102. Yılında Vakfıkebir’in tarihini konuştuk.
Büyükliman Postası Gazetesi Haber Müdürü Sadık Aydın ile Vakfıkebir ilçesinin tarihi geçmişi ve kurtuluşun 102. Yıl dönümü münasebeti ile ilgili bir söyleşi gerçekleştiren TBMM Başkanlık Emekli Müşaviri, Araştırmacı-Yazar ve Tarihçi İsmail Hacıfettahoğlu çarpıcı açıklamalarda bulundu


 
RÖPORTAJ: Sadık AYDIN
Araştırmacı- Yazar ve Tarihçi İsmail Hacıfettahoğlu, “Kurtuluşunun 102. Yıldönümü vesilesiyle Vakfıkebir’in tarihine, Gülbahar Hatun ve Hatuniye Vakfı ile münasebetine dair sorunuz önemli. Bu soruya cevap olarak, çok kısa ve özet olarak şöyle söylenebilir:
1461’de Fatih Sultan Mehmed tarafından Trabzon fethedilince Yoroz ve Yobol burunları arasında yer alan yöremiz de Osmanlı İmparatorluğu hudutlarına dahil oldu.
Bu havza; deniziyle, dağıyla, yaylasıyla dünyanın en güzel, en cazip yörelerindendir. Yörenin fetihten önceki kadim tarihine baktığımızda buralarda değişik kavimlerin yaşadığını söylemek mümkün. Tarihi İpek yolunun denize açılan kapısı Trabzon’un bir parçası olan Büyükliman’dan ilk söz eden yazılı kaynak M.Ö. 400 yıllarında yazılan Ksenefon’un Anabasis veya Onbinlerin Ricatı adlı eseridir. Bu eserden Keraşon’un büyük bir şehir olduğunu öğreniyor, bölgede yaşayan halklar hakkında kısa da olsa bilgiler ediniyoruz. Sonraki dönemlerde bölgeye Türk göçleri başlıyor. Özellikle Karadeniz’in kuzeyinden gelen Kumanların izlerini Kumandere/Komandara, Komana/Kamena, Balaban gibi köy adlarında görmek mümkün. Daha sonra Oğuzların yoğun göçleri yaşanıyor. Dede Korkud destanlarının bir bölümü bu yörede geçer.Tabii Batıdan da çoğunlukla ticarî amaçlı gelenler oluyor. Yunanlılar, Cenevizliler, Venedikliler, Romalılar… Onların da izlerini görmek mümkün.
Tarihi boyunca malların ve kültürlerin mübadele edildiği, adeta harmanlandığı bir medeniyet merkezi olan Trabzon fetihten sonra Osmanlının şehzade şehri olmuştu. Manisa ve Amasya gibi. Bu dönemde iki şehzade anası Trabzon’da iz bırakır. Birisi ilk atanan şehzade Abdullah’ın anası Şirin Hatun’dur. Onun adını taşıyan Ortahisar’da bir mahalle ve yaptırdığı bir mescit ve medrese vardı. Şirin Hatun Mescidi günümüze kadar geldi.Açılan yeni yol güzergâhında kaldığından artık yok.
İkincisi ise Şehzade Yavuz’un anası Ayşe Gülbahar Hatun. Gülbahar Hatun Trabzon Valiliği yapan oğlu Şehzade Yavuz ile Trabzon’a gelir ve burada Hatuniye Vakfı’nı, Hatuniye külliyesini kurar. Yeri gelmişken ecdadımızın kurduğu medeniyetin bir vakıf medeniyeti, bir hayır medeniyeti olduğunu da belirtmek gerekir.
Yani bizim medeniyetimize ait olan kurumlar, binalar, okullar, kütüphaneler, hastaneler, kervansaraylar, aşhaneler, köprüler, çeşmelerher ne varsa hepsi vakıftı.İnsana yönelik hizmetler vakıflar tarafından yapılırdı. Her bir vakfa da, vakfı ilânihaye devam ettirecek gelir tahsis edilirdi.
Bu bağlamda İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi ne ise, Trabzon’daki Hatuniye Külliyesi de aynı öneme haiz idi ve şu anda Atapark mevkiinde bulunuyordu. Külliyeden Gülbahar Hatun Türbesi ve Camii ayakta kalmıştır. Eskiden orada Hatuniye Medresesi, Hatuniye Şifahanesi, fakir-fukaranın karnını doyurduğu Hatuniye imarethanesi, hamamı vardı. Trabzon’daki o medreseden çok sayıda ilim adamı yetişti.
Bu külliyenin Vakfıkebir ile alâkası Gülbahar Hatun’un Büyükliman yöresini buraya vakfetmesiyle başlar. Külliyenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere Ordu’dan Rize’ye kadar bir çok birçok yerden gelir tahsis edilmişti. Ancak bunların içinde yöremiz büyük vakıf olarak adlandırılan Vakfıkebir ile Trabzon’un doğusu ile bugünkü Yomra havalisini içine alan ve küçük vakıf olarak adlandırılan Vakfısagir ayrı bir yere sahipti.
 
“HATUNİYE MEDRESESİ’NDEN ÖNEMLİ BİLİM ADAMLARI YETİŞTİ”
“Hatuniye Vakfı’nın en büyük kuruluşu Hatuniye Medresesi’dir. Bu medresede dini bilimlerin yanı sıra astronomi, fizik, coğrafya gibi ilimler öğrenilirdi.  Mesela Mehmet Aşki, Seyahatname’nin yazarı Evliya Çelebi’den 30 yıl önce Menazir’ül Avalim’i yazdı. Mehmet Aşki, Hatuniye Medresesi’nden Şahadetname almış bir Trabzon evladıdır. Menazir’ülAvalim bizdeki ilk seyahatname olarak kabul edilir. Evliya Çelebi de görmediği yerleri Mehmet Aşki’nin kitabından kaynak vererek aktarır”.
 
“GÜLBAHAR HATUN’UN VAKFIKEBİR’E ÇIKIŞI KÜLLİYE’NİN AÇILMASINA VESİLE OLMUŞTUR”
“Gülbahar Hatun’un Vakfıkebir’e çıkmış olması bu Külliyenin açılmasına vesile olmuş diyebiliriz. Bizim o zamanki ecdadın çoluk- çocuğuna miras bırakma endişesi yoktu. İnsanımız hayırlı iş yapma, hayırla yad edilme, ilanihaye hayır yapmak için elindeki imkan ne ise onu bir hayır müessesesine dönüştürmek isterdi. Bu bir medeniyetti. Bu günkü gibi bankada mevduat biriktirmek, tapular yığmak, çoluk çocuğun başına bir şey gelirse kullansın gibi seküler bir bakış açısı yoktu. Elinde ne varsa bir hayır kurumuna dönüştürür, insanlar başta olmak üzere bütün canlılara bağışlardı. Bunu erkekler de kadınlar da yaparlardı, padişah da yapardı, sıradan halk da yapardı. Gülbahar Hatun da eline imkan geçtiğinde bunu yaptı. O zaman gelenek böyleydi”.
 
“VAKIFLARDAKİ BATILILAŞMA SİSTEMİ İKİ YAKAMIZI BİR ARAYA GETİRMEDİ”
“Vakfedilen arazileri vakfiyede belirtilen esaslar çerçevesinde birileri kullanırdı. Kullanan kişiler, yaylacılık yapan, sürüsü olan, eken-biçin kişiler, Hatuniye imarethanesine ayni veya nakdi bedelini öderlerdi.
Daha sonra, 1829’da bu sistem bozuldu. Batıdan ithal sistem benimsendi ve vakfeden kişinin iradesiyle oluşan Vakfiye şartlarına uymayan uygulamalar başladı. Hatuniye vakıfının arazileri bu arazileri kullananların üzerine tapu edildi. Yeni uygulamayla İmaret Vakfı da denilen Hatuniye Vakfı, Evkaf ve Şeri’ye Nezareti’ne bağlandı. Merkezden yönetilmeye başlandı.
Vakfiyeler önemli hukuki belgelerdir. Vakfın faaliyetlerini, yönetimini, gelir-gider hususlarını detaylı bir şekilde belirleyen bu belgelerde dua ve beddua bölümleri de yer alır. Burada vakıf malına zarar veren, tarafına geçiren kişilere çok ağır beddualar yer alır.
Bu uygulamayla Vakfıkebir’in ve halkının bu beddualara muhatap olduğu naçiz kanaatimdir. Ailece bu sıkıntıyı bizzat yaşayanlardanım. Hatuniye Vakfı’nın arazilerinden mensup olduğum aileye, bizlere de intikal etti. Ancak, her nedense bundan sonra iki yakamız da bir araya gelmedi. Bu durum Vakfıkebir için de sanırım farklı değil. Sebebi vakıf senedindeki beddua olsa gerek.
Peki çözüm ne? Şahsi düşüncem odur ki; vakıf arazilerini kullananlar bu durumdan, arazilerinden elde ettikleri gelirin bir kısmını, İmaret Vakfı’nın gördüğü hizmetlere, mesela eğitim hizmetine tahsis ederek belki kurtarabilirler”.
 
 
“VAKFIKEBİR’İN TARİHİ GÜLBAHAR HATUN’LA BAŞLAMIYOR”
“Büyük vakıf olan Vakfıkebir’in tarihi tabii ki buradan başlamıyor. Vakfıkebir’in çok eski bir yerleşim yeri olduğu biliniyor. Bu coğrafyadan bahseden ilk yazılı kaynak, Yunanlı paralı askerlerin komutanı Xsenefon’a aittir. Yunanlı paralı askerlerden oluşan onbin kişilik bir ordu İran’a savaşmaya Anadolu’nun içinden gidiyorlar, dönüşte ise Trabzon üzerinden dönüyorlar. Bir kısmı da deniz yolunu kullanıyor. Trabzon adının ilk kez MÖ 400 yılında yazılı kaynağa geçmesi bu şekilde oluyor. Xenefon’un komuta ettiği ordu Trabzon’dan batı’ya doğru gelirken Kerasus, yani Kereşon diye tabir ettiğimiz şu anki Kirazlık Köyü’ne geldiklerinde orduyu orada sayıyorlar. Çünkü ‘Kerasus’, Kilida Kalesi ile birlikte büyük bir şehir. Orada sayıyorlar ve on bin kişilik ordudan 8 bin kişinin dönebildiğini görüyorlar. Buralarda da yüksek bir nüfus var. Tibarenler, Musnikler, Halibler gibi değişik kavimlerin yaşadığı bir yer.
Ben Doğu Karadenizi, Balkanlar’la Kafkaslar’ı birbirine benzetirim. Çünkü buralarda çok zengin bir flora, bitki çeşidi olduğu gibi insan çeşitliliği de fazladır. Xenefon, bizim buradaki kavimlerin ağaç direkler üzerine yaptıkları barınaklarda yaşadıklarını ve çok savaşçı olduklarını, cevizle beslendiklerini yazar. Çünkü Batı, o dönemde fındığı tanımadığı için ceviz ifadesini kullanıyor. Evleri de, tarifinden anlaşıldığı gibi günümüzün serenderlerine benziyor.
Tarihin o dönemlerinden günümüze pek bir şey kalmadı. Bazı eserlerin isimleri kaldı. Kılita Kalesi, Akhisar Kalesi gibi. Kılita Kalesi gençliğimde, Ziya Bey daha iyi bilir, tarihi özelliklerini koruyan bir kale idi. Şu anki tamir görüş hali farklı. Burada tarihi eserlerimizi tamir ederken zaman zaman tahrip ettiğimizi maalesef söylemek durumundayım. Akhisar ise halkımızın ağzında Ağasar’a dönüşmüş ve Şalpazarı vadisine adla anılır olmuş. 1920’lerin başında Şarlı’ya ad olmuşsa da kısa sürdü.Diğer Akhisar’larla karışması nedeniyle yerini Beşikdüzü’ne bıraktı”.
 
“YABANCILAR NE DERSE KABULLENMEK ZORUNDA KALIYORUZ”
“Arkeolojik kazılar, araştırmalar yapılmadığı ve tarihi belgelere de sahip olmadığımız için burada yaşanan tarihi bilmiyoruz; bilmeyince de yabancılar ne derse kabullenmek zorunda kalıyoruz. Halbuki bu coğrafya bizim vatanımız; ecdat bedelini kanlarıyla ödeyerek bize bu coğrafyayı vatan olarak bıraktı. Doğrusunu öğrensek, bilsek, sahiplensek; sahipli yere bir başkası sahiplik edemez. ‘Sahipsiz olan vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır’ diyor ya şair; buraya sahip çıkacak insanlara ihtiyacımız var. Tarihine, gününe, ekonomisine, sosyal hayatına, kültürel hayatına eğer biz sahip çıkarsak,  başkası bura üzerinde hak iddia edemez. Ama boş bırakınca mutlaka birileri çıkıp o boşluğu dolduruyor. 
Antony Brayer diye bir ingiliz kalkıyor, ‘Pontus Madenleri’ diye uzunca bir makale yazıyor.‘Keraşon’da siyah bir kum çıkıyor, o kumu yüksek ateşte eritiyorlar, ayrıştırıyorlar ve ondan demir elde ediyorlar, daha sonra bunu çelik haline getiriyorlar, şu ediyorlar, bu ediyorlar’ diye anlatıyor. Şimdi bu Antony Brayer’in yazdığını, Keroşan’da, Alenoz’da siyah kum çıktığını, bundan demir elde edildiğini bizden kimse bilmez. Ama bir bakıyorsunuz; demircilikle iştigal eden bir çok köy var. Klida’da bir Demirci Köyü var; Akise’si var, Kefli’si var, Düzlük var, İshaklı var, Tonya’nın köyleri var. Batılı bunu araştırıyor. Biz araştırmadığımız, sahip çıkmadığımız için folklorümüze de sahip çıkıyorlar, ‘Kemençe benimdir’, ‘horon bizimdir’  diyorlar. Dolayısıyla biz sahip çıkmayınca başkaları sahipleniyor.
Ruslar tarafından 1916’da Trabzon işgal edilince Trabzon’daki Rus Yönetimi uluslararası şöhrete sahip bir Rus Arkeoloğu Trabzon’a getiriyor. Çünkü Trabzon hem bir kültür şehri, hem de tarih boyunca medeniyetlerin harman olduğu bir şehir. Dünyanın gözünün üzerinde olduğu medeniyet merkezlerinden biri…
Ouspenski adındaki bu arkeolog Trabzon’da kazılar yaptı, Trabzon’la alakalı bir çok tarihi materyali, kitabı, belgeyi sandıklara doldurarak Rusya’ya götürdü.  Kazı yaptığı yerlerden biri de Gülbahar Hatun’un Türbesi ve Hatuniye Külliyesi idi. Ouspenski burada bulunan Hatuniye Vakfı’na ait vakfiye dahil dokümanların hepsini de toplayıp Rusya’ya götürdüğü bilgisini kaynaklardan öğreniyoruz.
Yine de Trabzon Hatuniye Vakfı’na ait çok miktarda belge Osmanlı Arşivlerinde ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivlerinde mevcuttur. Bu doküman üzerinde yapılacak çalışmaların Vakfıkebir tarihine de ışık tutacağı muhakkaktır”.
 
“DERDİMİ SÖYLEMEM DERTSİZ İNSANA!”
“Ben, bu topraklarda doğdum, bu topraklar üzerinde yaşadım, suyunu içtim, havasını teneffüs ettim, O’nun üzerinde yetişenle karnımı doyurdum ama; burayla alakası olmayan insanlar kadar burayı bilmiyorum. Bu, benim çok büyük bir eksikliğim. Bu eksiklikleri görmemiz lazım.
İnsan hafızası unutur. Bu bölgenin en hicranlı yılları muhaceret yıllarıdır, işgal dönemidir. Bundan kurtuluş da 14 Şubat 1918’dir. Elbet de insan hafızası bu geçmişi samimi bir şekilde unutur. Eskilerimiz, ‘Hafıza-i beşer nisyan ile malûldur’ derler. İnsanoğlu, bu unutma hastalığını ancak tekrarla tedavi eder. Önemli tarihi olaylar sene-i devriyelerinde bütün dünyada yad edilir. Yıl dönümleri vesile edilerek yaşanan o acı veya tatlı olaylar tekrar hatırlanır, onlardan güne ve geleceğe dair dersler çıkartılır.
Biz toplum olarak, kurumlarımızla birlikte maalesef hafızamızı kaybettik. Bunun şuurunda olmamız, onunla dertlenmemiz ve kaybettiğimiz hafızayı kişi, toplum ve kurumlarımız olarak yeniden oluşturmamız gerekiyor.
“Derdimi söylemem dertsiz insana,dert çekmeyen dert kadrini bilemez” diye bir türkümüz var. Yani derdin de bir kadri var. Şimdi bize dertli, muztarip insanlar lazım. Bu ızdırabı hisseden insanlar, bu insanların sevk ve idaresinde olan kurumlar gereğini yapacak ve kaybedilen hafızaları yeniden kazanacağız”.
“VAKFIKEBİR OLARAK BİZE YAKIŞMAYAN BİR SEVİYEDEYİZ”
“Bir kaç yıl önce burada karma bir resim sergisi açıldı, Metin Karanisoğlu ve bölgemizden bazı ressamlar tarafından. Kurtuluşun 100. Yılı nedeniyle açılmıştı ve çok da isabetli oldu. Sergide çok güzel eserler vardı. Özellikle Osmanlı Padişahları Tablosu son derece başarılı bir çalışmaydı. Rica ettim, yalvardım, bir kaç tablo satın alın dedim. Ama olmadı. Ben isterdim ki; en azından o tablo Vakfıkebir’de kalsın, Vakfıkebir’in bir evladının,  sanatçısının fırçasından çıkmış bu güzel eser Vakfıkebir’de bir salonu, bir makam odasını, bir iş adamının ofisini süslesin; biz de onunla iftihar edelim. Ama hiç kimse elini cebine sokmadı.
Marifet iltifata tabidir. Biz marifet ehline iltifat etmedikten sonra giderek böyle yalnızlaşıyoruz, burayı seven insanların sayısı da giderek azalıyor. Ancak, sizlerin buraya kadar gelerek araştırma ve yayın yapma teşebbüsünüz bir hayatiyet göstergesidir. Ümit ışığı oldunuz. Zararın neresinden dönülürse kardır. İnşallah bu yanlışlardan döneriz.
Şu anda Vakfıkebir olarak bize yakışmayan bir seviyedeyiz. Buranın tarihine yakışmayan bir hale geldik ve deniz seviyesinde eşitledik insanlarımızı. Bu resim ilçemize yakışmıyor. Bunu düzeltmemiz ve hak ettiği yere getirmemiz lazım”.
 
“14 ŞUBAT’TA KONUŞULACAK KİŞİLERDEN BİRİ HÜSEYİN AVNİ AKER’DİR”
“Potansiyel olarak geçmişte yetişen insanlar kimlerdi? Mesela Hüseyin Avni Aker. Çavuşlu Köyü’nün bir evladı. 14 Şubat’ta konuşulacak kişilerden birisi Hüseyin Avni Aker’dir. Birinci Dünya Harbi’nde 4 yıl savaşıyor, mütarekeden sonra terhis oluyor; ama ileri görüşlülüğü nedeniyle bu harbin bitmediğini düşünüyor. Yedek Mülazımlar Derneği’ni kurarak arkadaşlarıyla birlikte gençlere harp eğitimi veriyorlar. Milli mücadele başlayınca da eğittiği gençlerin başında gönüllü olarak harbe katılıyor.
Benim naçizane kanaatim, Osmanlı Veraset Savaşı olarak tarihe geçen 1. Dünya harbi dönemi buraların en hicranlı, en acılı yıllarıdır. Vakfıkebir sadece 1916’daki işgal sırasında düşman zulmüne uğramıyor. 1914’te 1. Dünya Harbi başlar başlamaz buralar denizden Rus Donanması tarafından bombalanmaya başlıyor, Ruslar buradaki üstünlüğü ele geçiriyor. Ama buna rağmen buraların insanları, müthiş kahramanlıklarla onlara karşı direndi; bir çok insanın da şehit olması pahasına, adeta insan üstü gayretle, Rusların denize döşedikleri mayınları sökerek takalara doldurup Çanakkale’ye yetiştirdiler.  Nusret Mayın Gemisi de müttefik donanmasına karşı Çanakkale Boğazı’na döşedi bu mayınları. Karadağ bölgesindeki muharebelerde ise dedelerimiz, bütün olumsuzluklara rağmen aylarca Rus ordusuna karşı destansı kahramanlıklar sergilediler. Ruslar bu muharebelerde 3 bin küsur asker kaybetti. Erzincan cephesini kaybedince birliklerimiz Karadağ’dan Harşit hattına çekildi”.
“BİR MEMLEKET SEVENLERİNİN OMUZUNDA YÜKSELİR”
“Bir memleketin seveni yoksa o memleket gariptir. Ekonomik yönden, sosyal yönden, kültürel yönden yükselmesi mümkün değildir. Seveni olmayan memlekete dünyanın ekonomik imkanını da tahsis etseniz orası gariptir. Birinci şart, bu şehri mensubuyla, hemşerisiyle barıştırmaktır. Bir kere insan vatanını sevecek. Vatan sevgisi imandandır ve vatan, siyasi bir coğrafyadan ziyade insanın doğduğu, mensubiyet duyduğu yerdir. Bize nerelisiniz diye sorulduğunda gösterdiğimiz yer burası. Buraya mensup olan insan da buradan mesuldür, sorumludur. Ne kadar sorumludur? Gücü ne kadar yetiyorsa. Buraya mensup olan insanların buradan sorumluluk duyması lazım. Bu da sevgiyle olur, barışmayla olur. Herkes eteğindeki taşları dökecek. Farklı siyasi düşüncelere sahip olabilir ki; olması lazım, herkes kurşun asker gibi aynı şeyi düşünecek, aynı şeyden zevk alacak değil. İnsanlarımız arasındaki farklı düşünceleri bir zenginlik olarak görmemiz gerekir”.