Omzunda Che, bacağında Fidel’i mezara taşıyacak kadar seven ve dövmelerini yaptıran bu adam, isimsiz milyarların kahramanıydı. 60 yıllık yaşamı, bütünüyle bir başkaldırıydı.

Tanrıların en insancılı...

Diego Armando Maradona… Kimilerine göre Tanrı, bazılarına göre kusurlu insanoğlunun en kusursuzu; belki de en kusurlusu! Yoksulların kükreyişi, dünyada milyarlarca ötekinin haykırışı. Çocukluğumuz, gençliğimiz, hayallerimiz… O, 1.65’lik minik dev artık yaşamıyor. İdollerinden George Best’in ve pek sevdiği, bacağına dövmesini bile yaptırdığı dostu Fidel Castro’nun öldüğü günde aramızdan ayrılması ilahi bir tesadüf olsa gerek.

Aslında her şey 30 Ekim 1960’ta başlamıştı. Uruguaylı büyük usta Eduardo Galeano, o günü şöyle yazmıştı.

“Dona Tota, gün doğarken Lanus Mahallesi’nde bir hastaneye geldi. Karnında bir bebek taşıyordu. Eşikte yere atılmış bir yıldız buldu, toka biçimindeydi.

Yıldız bir yandan parıldıyordu, diğer yanındansa en ufak bir ışık huzmesi bile sızmıyordu. Bu yere düşen bütün yıldızlara olur, yerde yuvarlanırlar: Bir tarafları gümüştür, hep birlikte dünya gecelerini aydınlatırlar; diğer taraflarıysa tenekeden başka bir şey değildir.

Avucunda sıktığı o gümüşten ve tenekeden yıldız doğumda Dona Tota’ya eşlik etti.

Yeni doğana Diego Armando Maradona adı verildi.”

Çimlerde büyüyen o yıldız, tüm yeryüzünü aydınlatacaktı…

Varoş mahallesinde gözlerini dünyaya açan çocuğun kurtuluşu futboldu. Tıpkı milyonlar için olduğu gibi. İlk Argentinos Juniors idmanına çıktığında, altyapı hocasını büyülemişti ufaklık. Boyu minicikti de oyunu çok büyüktü.

İlk lig maçına çıktığında henüz 16’sında bile değildi solak bücür. O kadar iyiydi ki millî takım formasıyla tanışmak için sadece dört ay beklemişti.

Arjantin, kendi topraklarında 1978 Dünya Kupası’na uzanırken, henüz reşit bile olmayan delikanlı takımda değildi. Bu onur bahşedildiğinde, devlet başkanlığı koltuğunda Juan Peron oturuyordu. 1976’da askerî cunta yönetime el koyuyor, verilen taahhütleri yeterli gören FIFA organizasyonun adresini değiştirmiyordu. Generaller hiçbir masraftan kaçmıyor, sonunda da cuntanın başı Jorge Rafael Videla mutlu sona ulaşıyordu.

Bir tarafta sokak ortasında sırra kadem basanlar, gün ışığında buharlaşanlar, işkencede kaybedilenler, bir tarafta tribünlerden yükselen “ole”ler...

Ertesi yıl ülkesini Dünya Gençler Şampiyonası’nda zafere taşıyan Maradona’nın ünü kulaktan kulağa yayılıyor; 1981’de tango diyarının devlerinden Boca Juniors’a hatırı sayılır bir meblağ karşılığında transfer oluyordu. Oradaki tek sezonda şampiyonluk yaşayan 10 numara, kötü bir Dünya Kupası’ndan sonra zamanın dünya rekoru karşılığında ikâmetgâhını Barselona şehrine aldırıyordu.

Katalan diyarında 1983’te kazanılan Kral Kupası kimseye yetmiyordu. Bask kasabı Andoni Goikoetxea tarafından sakatlanan maestro aylar sonra kendisine gelebilmiş, ezeli rakipleri Real Madrid’in yuvasındaki 1984 yılının Kral Kupası finalinde “istenmeyen adam” ilan edilmişti. Athletic Bilbao tek golle zafere ulaşırken, tribündeki Kral Juan Carlos ve 100 bin, ekranları başında milyonların önünde rakiplerine tekme tokat giren Maradona, Napoli’ye satılmıştı. O güne kadar sadece iki İtalya Kupası kazanmış mütevazı ekip, bonservisine yine o gün için dünya rekoru olan bir meblağ ödemişti.

Bundan sonrası peri masalıydı. O takımı giderek uçuran büyücü, asıl sihrini 1986’da konuşturuyordu. Oldukça sıradan bir kadroyla Arjantin Dünya Kupası’na ulaşırken, Maradona tüm dünyada manşetti. Onun beş gol, beş asistlik performansı “47 ayın sultanı”nda görülmüş şey değildi. Öyle destansı bir performans bir daha görülmeyecekti…

İngiltere karşısında ilk attığı golde elini kullanmış, ikincisinde tarih yazmıştı. Her iki ülkeyi karşı karşıya getiren Falkland Savaşı’nın hemen sonrasında Güney Amerikalılar belki de böylece rövanş almıştı.

Yeryüzünün en iyisi ertesi yıl başka bir masalı gerçeğe dönüştürüyor, Napoli’yi lig şampiyonluğuna götürüyordu. Kuzeyin büyük şehirleri tarafından hep aşağılanan o fakir kent sonunda gülmüştü. Tüm sorunlar bir günlüğüne unutuluyordu. O küçüklüğünde topla uyuyan minik dev adamın başardığı birçoklarına göre imkânsızdı.

Ligde iki ikincilik, 1989’da UEFA Kupası derken, ertesi yıl Napoli yine İtalya’nın zirvesine çıkıyordu. Çok değil, 40 gün sonra yine aynı ülkede Dünya Kupası başlamıştı. Son şampiyon Arjantin, turnuvanın galasında Kamerun’a yenilerek birçoklarını şaşırtsa da, sonradan yine final görecekti. Brehme’nin penaltısıyla Almanlar gülerken, maçın sonuna maestronun gözyaşları damgasını vurmuştu.

O maça kadar Arjantin’i hiç desteklememiş 14 yaşındaki bir çocuk o gün Maradona’ya âşık oluyordu. 30 yıldır da her Dünya Kupası’nda Tangocular’ı tutuyor. Aradan geçen bunca seneye rağmen kendimle dalga geçiyorum ya neyse. En sevdiğim futbolcuyu, onun kariyeri düşünülünce, o kadar geç sevdim ki…

Kokain kullanımı giderek artan Maradona, önce uyuşturucudan ceza alıyor, sonra Sevilla’ya transfer oluyordu. 1994 Dünya Kupası’na vedası, dopingle olmuştu. Sahalardan men edilme kararı tüm yeryüzü için büyük şoktu. Bangladeş’te olaylar çıkıyor, öğrenciler sınavlara bile girmiyordu. Bir futbolcu, hiç görmediği bir diyarda bu kadar sevilebilir miydi? Cevap basitti, omzunda Che, bacağında Fidel’i mezara taşıyacak kadar seven ve dövmelerini yaptıran bu adam, isimsiz milyarların kahramanıydı. 60 yıllık yaşamı, bütünüyle bir başkaldırıydı. Galeano’nun da dediği gibi “Tanrıların en insancılı”ydı.

Ülkesinde futbola veda eden efsanenin hocalığı o kadar kötüydü ki… Yine de bu oyundan kopamıyor, kalbi son nefesine kadar meşin yuvarlak için çarpıyordu. Ta ki 25 Kasım 2020’ye kadar.

Ona öldü demek… O kadar zor ki… Ona gitti demek… O bir şekilde hep geri gelirdi. Artık gelmeyecek; tıpkı çocukluğum, gençliğim, onu hiç sevmeden 1993’te ölen gördüğüm en büyük “Peleci” babam gibi.