ŞUURSUZ OLARAK ŞUURLU DÜŞMANA HİZMET!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Yakın tarihimizin derinliğine bakıldığında, İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere haçlı batı emperyalist keferelerinin İslam dünyası üzerine, özellikle Türkiye üzerine daha doğrusu Osmanlı üzerine yüz yıldan beridir oynadıkları oyunlar geç de olsa yavaş yavaş bozuluyor.

Zira artık İslam ümmeti uyandı…

Yeniden bir direniş ve dirilişe geçti…

Hele hele tüm İslam dünyasının artık ümidi durumuna gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi şahsiyetler devletin başında olunca; "yarınlar" daha güven verici oluyor…

Ne yazık ki üzülerek şunu söyleyebiliriz ki Erdoğan dışında, gelen giden Cumhurbaşkanları arasında inanmayanlar da vardı, sözde inananlar da vardı.

Keza Başbakanlar da öyleydi.

Ama hiçbirisi Erdoğan gibi kendisini ümmetin bir umudu haline getiremedi.

Takiyecilikle zaman geçiriyorlardı…

Birileri münafıklıkla namaz kılıyor görüntüsünü veriyordu; birileri de zaten inkârcıydı.

İslam dünyasını, Türkiye’yi emperyalizmin köleliğinden bir türlü kurtaramadıkları gibi hep "değirmenlerine" su taşıdılar…

Adeta “Şuursuzca şuurlu düşmana hizmet ettiler..”

Ki bunu da sözde; milli irade adına yaptılar.

Hele hele muhafazakâr, inançlı olarak geçinenlerin hal-i vaziyetleri ne yazık ki elem verici…

***

Hiç kuşkusuz ki...

Dik durmak, doğru olmak, inançlı olmak en üstün seviyedir.

Kişiler için de, toplumlar için de; "ana ilke ve üstünlük" bu misyondur.

İster Cumhurbaşkanı ol, ister Başbakan ol, ister hükümdar, ister geda.

Her kim olursan ol...

İnsanlar için, hele hele devletlerin üstün seviyesine gelen mevkileri ihraz eden insanlar için en önemli pusula, yani yön belirten pusula dürüstlüktür, yürekliliktir, tek yüzlülüktür.

Çünkü doğru istikametin, rotasıdır budur.

Bunlar olmadığı takdirde kişi veya kişiler ne kadar kendilerini suret-i haktan gösterirse göstersin, hiçbir zaman karşısındakileri inandıramazlar…

Hal ve etvarlarıyla da kendileri inandırıcı olamazlar.

Bu millet onları tamamıyla denedi, deneyimden geçirdi.

Nitekim eğer doksan yıldan beri bu memleket terörün pençelerinden kendini kurtaramıyorsa, iki yakasını bir araya getiremiyorsa, devletin bütçesi tümüyle baldırı çıplak üç-beş tane maşa teröristin peşine düşüp harcıyorsa ve bir türlü de engel teşkil edemiyorsa…

O zaman başta söylediğim gibi devlet ve devleti temsil edenler kendilerini otokontrol altına alması lazım.

Özeleştiride bulunmaları lazım..

***

Zira inandığımız ve intisapıyla şereflendiğimiz o yüce İslam Peygamberi (S.A.V) şöyle buyuruyor;

“Benim ümmetim istikametini koruduğu zaman, onun ömrü bin güne uzanır”

Eğer dürüstlüğünü koruyamazsa yarım günde ömrünün son bulacağına kesin bir dille bize bildirmektedir.

Bu Hadis-i Şerif’in orijinal metnini burada yazamıyorsak da ancak bir iki cümleyle yetiniyoruz.

Hadis aynen şöyle;

“İnistikamet ümmeti felahe yevmûn

Ve illa nisu yevmûn”

“Benim ümmetim istikametini düzelttiği müddetçe ömrü bir gündür.

Dürüstlüğünü bozduğu zaman yarım gün yaşayacaktır”

Hadiste geçen “Yevm” kelimesi “Gün” demektir.

Ki Kur’anda bir gün bin sene olarak geçmektedir.

Gerçekten ümmet eğer bin yılını, dürüstlüğünü muhafaza etmiş olsaydı, başta Emeviler, Abbasiler dahil olmak üzere bin yıl kendilerini koruyabileceklerdi.

Ama istikametlerini düzeltemedikleri için beş yüz yıla inmiş ve bugün nerdeyse Cumhuriyetin başlangıcıyla o ömür Allah korusun son bulmaktadır.

Zira istikamet zaten yok.

İstikametini korumaya çalışan imanlı devlet adamları varsa ki vardır.

Onları da rahat bırakmıyorlar.

Dünya Siyonizm’i, dünya emperyalizmi, dünya haçlı zorba komiteler ve içimizdeki onların taşeronları kesinlikle var gücüyle bizim dürüstlüğümüze halel getirmeye çalışıyorlar..

Ki istikametimizi istesek dahi bize vermemenin gayreti içerisindedirler.

Nitekim bugünkü hali âlem ortada.

“Dünya 5’ten büyüktür” diyen Erdoğan’ı bütün kirli ittifaklarıyla hedef almışlardır.

Oyun yapıyorlar, Allah inşallah onların oyunlarını başlarına yıkar.

Ama ne yazık ki içimizdeki ve tüm İslam dünyasının içinde bulunan nice satılmış taşeronlar ve bazı siyasi muhalif partiler; "sinsi ve hainlikle" ittifak ederek; saldırmaktadırlar..

İktidara gelemedikleri için, adeta düşmanın yanında kendilerine saf belirlemişler..

Onlarla beraber aynı safta bulunmaktadırlar..

Tıpkı CHP’nin ve onun lideri durumundaki Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi…

Ama tabii bunlar yapay şeylerdir, millet bunları yutmaz ve hiç de bir kıymet-i harbiyeleri yoktur…

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

İngilizler, 24 Kasım 1908 tarihinde Şerif Hüseyin isimli birisini “Mekke Emirliği’ne” getirmişlerdi..

Şerif Hüseyin, Osmanlı devletine karşı "Arap ırkçılığına" dayalı isyan bayrağını açmıştı.

Zira bu ırkçılık damarını canlandıran Haçlı İngiliz hıyanetiydi.

1830’lu ve 1840’lı yıllarda daha çok önemli rol oynamıştılar…

Hilafet-i İslamiye’yi yaralamak ve Osmanlıyı da yok etmek için “Batılılaşma” ideolojisiyle yola çıkmışlar ve adım adım hedeflerine ulaşabilmişlerdir.

Ki son hedefleri de Sultan Abdülhamit’in tahttan indiriliş şekliydi ve indirebildiler de.

Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilişinden bir sene evvel Mekke Emirliği’ne Şerif Hüseyin getirilmişti.

Abdullah, Faysal, Ali ve Zeyd adlı dört oğlu bulunuyordu bu insanın.

Aynı yıl Osmanlı Devleti Hicaz Demiryolunu Medine’ye ulaştırarak bölgede merkezi otoritesini kuvvetlendirme yoluna gitmişti.

Ne var ki “Emir Hüseyin” nüfuzunun kırılacağı kervancılıkla geçinen Bedeviler delegeliklerinin azalacağı düşüncesiyle bu durumdan rahatsızdı.

Yaklaşık üç yıl sonra yani 1912 seçimlerinde Şerif Hüseyin, oğulları Abdullah ve Faysal’ın meclis-i mebusanda Hicaz Vilayetini temsil ettiklerini görüyoruz.

Hıristiyanlar arasında yayılmaya başlayan milliyetçilik fikirleri Tanzimat yıllarında birçok gizli cemiyetin ortaya çıkmasını sağlamıştı.

II. Meşrutiyetten sonra “Dernekler Yasası”na göre kurulan Cemiyetlerin yanında El-Ahkamiye, El-Ahd, El-Fetat gibi gizli faaliyetlerde bulunan dernekler de Arapların özerkliğini istiyorlardı.

Sonunda Müslüman ve Hıristiyan Araplardan oluşan bir grup Suriyeli, Osmanlı devletindeki Arapların haklarını ve geleceklerini değerlendirmek üzere 18 Haziran 1913’te Paris’e 20 delegenin katılımıyla bir kongre düzenleyebildiler.

Meclis-i Mebusanda Humus Mebusu olarak bulunan Abdülhamit Zuhravi’nin Başkanlığını yaptığı kongrede Arapların özerkliği fikri öne çıktı.

İttihat ve Terakki Kongresinin toplanmasına başlangıçta mani olmaya çalıştıysa da daha sonra kongre liderleriyle anlaşarak bazı talepleri değerlendirmeye karar verdiler.

I. Dünya Savaşına giren süreçte İstanbul’a gidip gelen Faysal ve Abdullah , Suriye’deki Arap milliyetçileri ve dernekleriyle sık sık temaslarda bulununuyordu.

Babaları Mekke Emiri Şerif Hüseyin ise İttihat Terakki yönetiminden son derece rahatsızdı.

Bölge ve eyaletlerden gelen özerklik taleplerini iktidarın otoriteleştiği ve merkezi bir idare kurmaya çalıştığı iddiasıyla destekliyordu.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Tüm bunlara rağmen, daha birçok hıyanetler var.

Ve gerçekten tarihin derinliğine bakıldığında ne yazık ki İslam adına veya kurtarıcılık adına hemen hemen birçok önemli yerlere gelenlerin, İngilizlerin nam-ı hesabına çalıştıklarını görüyoruz.

Arap ırkçılık ihanetine rağmen İslam ümmeti artık uyanmıştır…

Durum bundan ibaretken, tarihi gerçeklerimize sırtımızı dönerek, gerçekleri görmeyerek, rasgele akıl gevezeliğiyle ve desteksiz, dayanaksız kalem gevezeliğiyle bilinen bazı derin tarihçilerimiz bu memlekete nasıl bir hayır getirebilir ki?

Aslında en büyük hayır tarihini doğru bilmektir..

Ve tabi ki düşmanın yaptığını sezmek, doğru bilmek, engellemek ve tedbir alabilmektir..

Tıpkı bugün Erdoğan'ın emperyalist güçlere karşı sergilediği "diriliş" gibi..

Çünkü; "düşmanın ne yaptığını biliyor, seziyor, ona göre mücadele" veriyor..

Artık, ümmet ayaktadır..

En derin saygı ve sevgilerimle.