ŞUURSUZ OLARAK ŞUURLU DÜŞMANA HİZMET!?

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü sohbetimizin önemli başlıklarından birisi de o büyük Üstad "Bediüzzaman Hazretlerinin" 1920’lerde Cumhuriyeti kurmaya çalışanlara, daha doğrusu “Sevr Antlaşması” etkisi altında kalanlara hitaben yaptığı tespit idi…

Üstad şöyle buyurmuştu;

“Milli mücadelede harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki kötülüklerinizle bozmayınız.

Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım etmiş olursunuz?”

Evet, gerçekten çok uyarıcı bir ifade ve tarihi bir tespit…

Bu tarihi tespit, o günlerde Türkiye’nin geleceği için “Münazarat” isimli eserinde soru ve cevaplar halinde yazmıştı…

Osmanlının yıkılışından sonra Cumhuriyet hükümetlerine hitap etmiş ve tarihsel tavsiyelerde bulunmuştu.

Tabi o “Münazarat” isimli eserinin hepsini buraya yazamayız..

Ancak, zaman zaman fırsat buldukça veciz ve uyarıcı konularını alıp, siz değerli okurlarımızla paylaşacağız…

Tabi bu da bir gerçektir ki; yüzyıl önce Bediüzzaman Hazretlerinin tespitleri paralelindeki gelişen ve oluşan Türk siyaseti, bir bir tespitine mutabıktır ve muvafıktır.

Nitekim Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın da her zaman önemli platformlarda konuştuğu ifadeler, kurduğu cümleler, gerçekten Bediüzzaman Hazretlerinin yüz sene önceki tespitlerine nerdeyse birebir uyum sağlamaktadır.

Bakınız.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Külliye'de kaymakamlara hitap ederek gündeme dair değerlendirmelerde bulundu.

Türkiye ekonomisine katkıda bulunacak yatırımları gerçekleştiren Suriyeli mültecilerin vatandaşlığa alınması için çalışmaların devam ettiğini belirtti.

Konuşmasında sık sık kaymakamları uyaran Cumhurbaşkanı Erdoğan; “muhtarların dinlenmesini, şehit ailelerinin gözetilmesini, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesini” istedi…

Bu isteğini, Kaymakamlara görev olarak addetti.

Erdoğan, bu ifadeleri kaydederken, der akat aynı ifadeler paralelinde yalnız kaymakamların dikkatini değil, devletin, hükümetin ve milletin dikkatini şu cümleleri çekti.

“Bölgenin tarihi, dini, etnik, kültürel yapısını dikkate almadan tamamen kağıt üzerindeki planlamalarla yürütülen projeler birer birer çöküyor.

Uluslararası alanda ve sınırlarımız dışında verdiğimiz mücadelenin başarısının birinci şartı ülkemizin içinde huzuru, güveni ve refahı sağlamaktır...”

***

İşte, sevgili okurlar.

Sayın Erdoğan, gerçekten “Siyaset Bilimi”nin büyük üstadıdır.

Devlet yönetiminin bir siyaset duayenidir.

Zamanımızın da İbn-i Haldun’udur dersek, fazla abartmış olmayız.

Konuştuğu ifadelerden kelimesi kelimesine anlaşılan budur ki Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek gelen giden hükümetler, Başbakanlar ve Cumhurbaşkanlarının uyguladıkları uygulamalar, hem de yasaların paralelinde uyguladıkları uygulamalar ne yazık ki her şey boşa çıkmıştır.

Neden mi?

Zira her şey kağıt üzerindeki dayatmalara dayandırılmıştır da ondan.

Devlet ve siyaset unsurlarının, ülkenin tüm coğrafyasında bulunan halkın arasına fiili olarak girmiş olsaydılar…

Bu halk ne istiyor?

Bu halkın geleneği göreneği ne yöndedir?

Halkın görüşleri paralelinde ne yapmamız gerekir?

Ki bu halk devletle ittihat etsin, birleşsin, pekiştirilmiş olsun ve böylece halkın devletine güvenmesi sağlanmış olsun.

Tarihi dini inançlar, cami-cemaatler, Kur’an kursları, İmam Hatip’ler, İlahiyatlar, medreseler her ne ise…

Tümü devlet ile halk arasında diyalog içerisinde yaşanmış olsaydı, bugün terörün “T” harfi söz konusu olabilir miydi?

Hayır…

Ne DHKP-C olurdu, ne CHP olurdu, ne FETÖ olurdu, ne DEAŞ olacaktı, ne de PKK.

Ve ne de “ALİ’siz” Alevilik ve Rafızîlik olacaktı.

Zaten tüm kötülükler kaynaktan kesilmiş olurdu..? Ki o kaynak milletle uzlaşma girişimidir.

Her şey yapay, keyfi, cebri ve küfri dayatmalarla insan temel hak ve özgürlüklerine uymayan, demokrasiye, hukuka, adalete, hatta insan temel hak ve özgürlüklerine uymayan tüm yasaların uygulamaları, Cumhurbaşkanının dediği gibi çöküşe neden oluyor.

Yüzeysel olarak yıllardan beri uygulanmakta olan ve hep masa başında kağıt üzerinde uygulanan buyruklar, ama ne yazık ki havada kalmıştır…

İçi boş yasalarla, milletin üzerine demoklesin kılıcı gibi sallayarak güç kullanma devri artık geçmiştir.

Her şey uzlaşmayla, ikna yoluyla, adaletle, hukukla, kaynak gösterilerek halka götürülmüş olsaydı çok daha yerinde olurdu.

Bize göre Cumhurbaşkanının tespitleri de hep bu yöndedir.

Çünkü Cumhurbaşkanı havadan cıvadan konuşmuyor.

Bilimsel konuşuyor, tarihsel konuşuyor, kültürel konuşuyor.

Toplumun hatta değişik coğrafyaların gelenek ve göreneklerine göre konuşuyor ve böylece halkın intibahını kazanıyor..

En önemlisi, halkın devlete bağlılığını sağlamış oluyor.

Yoksa CHP anlayışı paralelinde devlet hiç bir şekilde yönetilmez.

Gelen giden muhafazakâr partiler (!) ve liderlerinin de hala o antidemokratik vesayetçiliğe dayalı, “vay bu Kemalizm’miş, vay bu Atatürkçülük’müş, vay bu laiklikmiş, vay bilmem ne imiş” hepsi tabiri caizse boş tenekeyle meşgul olacaklardı?

Yani nasıl ki boş teneke ses veriyorsa, ama boş ses.

Gelen giden hükümetlerin de bu tür uygulamaları hep boş teneke gibi sadece ses vermiştir, siyasetlerine herhangi bir mana değeri kazandırmamıştır.

Onun için Cumhurbaşkanı;

“Bölgenin tarihi, dini, etnik, kültürel yapısını dikkate almadan tamamen kağıt üzerindeki planlamalarla yürütülen projeler birer birer çöküyor” diyor.

Evet, çöküyor, çökmüş ve daha da çökmeye mahkûm olacak düşüncesindeyiz.

Tıpkı Bediüzzaman Hazretlerinin “Mondros Mütarekesi ile Sevr ve Lozan Muahedesi”ni imzalayanlara söylediği gibi;

“Milli mücadelede harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki kötülüklerinizle bozmayınız.

Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım etmiş olursunuz”

Demek anlaşılan budur ki bu tür uygulamalar, yani keyfiliğe, zorbalığa ve inançsızlığa dayalı uygulamalar sadece boş dayatmalardan ibarettir...

“Şuursuz” uygulamalar zinciridir ki “Şuurlu” düşmanların ekmeğine ballı yağ sürülüyor.

Evet, devamla Cumhurbaşkanımız şöyle diyor;

“15 Temmuz darbe girişimi başta olmak üzere bu uğurda ellerindeki tüm malzemeyi kullandılar, kullanıyorlar.

Türkiye’nin karşısında isimleri farklı harflerden oluşuyor ve söylemleri farklı görünüyor olsa da aynı örgüt var.

Biz bunların topuna birden terör örgütü diyoruz.

Mensuplarına da terörist diyoruz.

Maruz kaldığımız saldırılar gösteriyor ki, bölücü örgütte, DEAŞ, FETÖ, DHKPC arasında bizim açımızdan herhangi bir fark yoktur.

Hepsi de devletimizin milletimizin düşmanıdır”

* * *

İnanın sevgili okurlar.

Cumhurbaşkanının böylesine güzel tespitleri, yakın tarihimizin yani yüz yıl boyunca İngilizlerin oyunlu vesayetleri paralelinde bu oyunlar artık bir bir bozuluyor, bozulmaya da yüz tutuyor.

Bu da devletin başında bulunan “Şuurlu” bir Cumhurbaşkanının sayesindedir.

Nasıl ki o yüce İslam Peygamberi Efendimiz (S.A.V)’in bir Hadis-i Şeriflerinde;

“Her yüz yıl başında dini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddidi (yenileyiciyi) gönderiyor” diye bahsediliyorsa….

Burada yüz yıl boyunca sahipsiz kalmış devletin başına siyasi bir müceddit olarak Erdoğan’ı göstermek bize göre yanlış değil, hata değil, yerli yerinde bir tespittir.

Gerçekten yüz yıldan beri tarihi haçlıların oyunlarıyla karşı karşıya kalan ve kirli siyasetlerine maruz bırakılan bir ülkeyi yeniden böylece uyaran bir devlet büyüğüne “Siyasi bir müceddit” demek yanlış olmamakla beraber, abartılı bir tespit de değildir.

Yerindedir ve Erdoğan’ın bu unvana layık olduğundan da şüphemiz yoktur.

* * *

Bakınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle diyor;

“Türkiye olarak güçlü olmak zorundayız.

Ülke olarak güçlü olmalıyız.

Hükümet olarak güçlü olmalıyız.

Asker, polis, istihbarat, savunma sanayimiz, hariciyemizle güçlü olmalıyız.

En başta Mülkiye teşkilatımızla güçlü olmalıyız.

Sizlerin normal zamanlardaki görevleri rutin kavramı içinde ifade edilebilir, yaşadığımız dönem rutin dönem değildir, olağanüstü bir dönemdir.

Bugün Türkiye yeni bir İstiklal ve istikbal mücadelesi vermektedir. Öyleyse çalışmalarımızı da bu olağanüstü hale mütenasip bir şekilde yürütmek durumundayız.

Hiçbir terör örgütüne karşı en küçük bir müsamaha göstermeyeceğiz”

Sevgili okurlar.

İşte bu güçlü olabilme şansı da bize göre millet, devlet ve ülke bütünlüğü içerisinde “şuurlu ve imanlı” bir neslin yetiştirilmesine bağlıdır.

Zira iman, her şeyin başıdır.

O büyük Üstat Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor;

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü alâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder...”

En derin saygı ve sevgilerimle.