YAZARLAR

Suç ve kefaret

Pek çoklarının sandığının aksine, suç, hukuksal bir kategori değil, etik bir kategoridir ve egemen hukuksal biçimlerin bir başarısı da etik bir kategoriyi kendi envanterlerine kaydedebilmiş olmalarında yatar.

Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde Zebercet’in ortalıkçı kadını ve kediyi öldürdükten sonraki durumunu tarif etmek üzere şunu söylüyor: “Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.” Yine, yarım kalan romanı Canistan’la ilgili olarak da aşağı yukarı aynı izlekten yol alarak şunu belirtiyor: “İnsanın yeryüzünde yaşaması bir çeşit suç işlemekle, hayata karşı suç işlemekle sürüyor.” Canistan birini kendi suçuyla şiddet dolu bir yöntem aracılığıyla yüzleştirmenin romanı olacakmış; ne yazık ki yarım kalmış. Yusuf Atılgan o muazzam dehasıyla kurucu-egemen şiddet ile saplantılı bir adalet arayışının şiddetini ‘kuvvacı’ bir figürde üst üste bindirir. Müthiş bir Türkiye alegorisidir bana kalırsa. Kurucu şiddetin bir tür adalet tesis edici bir şiddet olarak yeniden açığa çıkması, Benjamin’in “olağanüstü hal” kuramsallaştırmasını da düşürüyor akla.

Bir istisna halinde, düşman pozitif hukuka tabi olmaktan çıkarak, hukuksal kimliğini bütünüyle yitirir. Bu düşmanların ‘çıplak-biyolojik yaşamları’, hiçbir hukuksal dolayım olmaksızın, doğrudan doğruya egemen şiddete maruz kalır. Benjamin’e göre normatif anlamına ya da işlevine referansla anlaşılması mümkün olmayan dolayımsız şiddetin, kendisinin dışında ve kendisinden başka bir amacı yoktur. Kökleri hukuk-dışı bir şiddet olan bir hukuksal düzen, daima kendi çöküş olasılığıyla, kendi içkin çürüme potansiyeliyle yüz yüzedir. Burada temel sorunu ortaya çıkaran da yasa-koyucu şiddet ile yasa-koruyucu şiddetin üst üste binmesidir ki bu ikisinin hayaletimsi bileşimine bir gövde kazandıran şey polis kurumudur. Polisin yasa-koruyucu işlevi daima, istisna durumlarında kuralların uygulanmasının genişletilmesi ya da sınırlanması olasılığını içinde taşımaktadır. Bu durum içinde polisler, yalnızca uyguluyormuş gibi göründükleri kuralları yeniden ve yeniden formüle edebilecekleri bir uzam bulurlar. Yusuf Atılgan’ın ‘kuvvacı’ Selim’inin şiddetine ne kadar da benziyor!

Yasa-koyucu şiddet ile yasa-koruyucu şiddetin bu karışması, her iki şiddet biçiminin sınırlarının iptal olmasına neden olur. Hukuksal düzenin dışında yer alan yasa-koyucu şiddet hukuksal düzenin her tarafına yayılır. Bu, polisiye iktidarın sıvılaşmış, amorf bir iktidar olduğunu ortaya koyar. Şiddetin en yozlaşmış halidir bu ve Benjamin’in ezilenlerin daimi olağanüstü hali olarak işaret ettiği durum, bu çıplak, biçimsiz iktidara maruz kalma durumudur. Eh, Yusuf Atılgan’ı neden Türkçe’nin Benjamin’i olarak düşünmeyeyim ki, bir edebiyatçı olsa da? Her ikisi de ‘yaşam’ denilen şeyin bir temel suçtan çıkıp geldiğini söylemiyor mu?

Benjamin bu duruma karşı hukuku ve egemenliği ele geçirmeye yönelik değil de bizzat hukuku ortadan kaldırmaya dönük eksik, tamamlanmayan bir iktidar biçimi ve anarko-teolojik bir program öneriyordu. Benzer bir öneri de medeniyetten bir kaçış çabasıyla Birhan Keskin’den gelir. Hukuk medenidir en nihayetinde ve medeniyet denilen şeyin incelikli ikiyüzlülüğünü çok az insan Keskin’in şu dizelerindeki açıklık ve keskinlikte ortaya koyabilir bana kalırsa: “fazla insansın sen sevgilim fazla insan / bir barbarım ben oysa, bir hayvan / dilim bağışlamaktan söz eder benim / seninki adalet ve intikam.” Suç bağışlanabilmelidir çünkü; ama bağışlanabilmesi için de önce suçun suç olması gerekir. Pek çoklarının sandığının aksine, suç, hukuksal bir kategori değil, etik bir kategoridir ve egemen hukuksal biçimlerin bir başarısı da etik bir kategoriyi kendi envanterlerine kaydedebilmiş olmalarında yatar. Suça dair bu türlü bir izleği Coetzee’nin Utanç romanında yakalamak mümkündür. Soruşturma komisyonu karşısında pozisyonunun avantajını kullandığını söyleyerek kendisini suçlu ilan eden David Lurie gerçekte hiç de suçlu hissetmez; ta ki kızıyla birlikte talihsiz bir olay yaşayıp da kızının durumu anlama ve açıklama (veya tersine açıklamama, en azından kimi konularda suskun kalma) tarzına tanıklık edinceye kadar. Lurie ondan sonra suçunu fark eder; ama bu anlamıyla gerçek bir suçlu ya ölmeli ya bağışlanmalıdır. Bununla yaşanmaz. Ya da suçlu olduğunu fark etmemelidir insan; tıpkı Yusuf Atılgan’ın dediği gibi: “Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.”

Önce suç suç olmalı ki ardından bağışlanabilsin. Ama kimdir bağışlayacak olan? Yıllardır Benjamin okuyan, çalışan biri olarak, Benjamin’in ‘kefaret’ fikrine verdiği önemin anlamını, kendi adıma, Yusuf Atılgan’ı başka bir gözle yeniden okuduğumda idrak ettim. Kapitalizmi sonu gelmez bir biçimde suçluluk üreten saf bir kült dini olarak görüyordu Benjamin. Özgül bir dogmalar gövdesi, bir teolojisi olmayan bir din… İnsanın yeryüzünde günahkâr olduğunu iddia eden ve dolayısıyla Tanrı’nın bağışlamasını ve kefareti insanlara kendisinin bir armağanı olarak sunan dinlerin aksine suçluluk üreten, bunu sunan bir din… Bu din içerisinde Tanrı’nın ölmediğini, insani varoluşun içine dâhil edildiğini belirtiyordu. “Ferahlık bulma olanağı olmayan uçsuz bucaksız bir suçluluk duygusu yapışır bu külte; bu suçluluk duygusuna kefaret etmek için değil, bu duyguyu bilinçli zihne kazımak ve böylelikle de Tanrı’yı bir kereliğine ve sonsuza dek bu suçluluk sistemine dâhil etmek” için diyordu Benjamin.

Bana kalırsa tam da bu nedenle kapitalist toplumlarda ‘şehitlik’ kültü daha yaygın bir hal almış durumda. Çünkü suçu üstlenebilmek köklü bir etik adım olsa bile, bağışlamasız kalmaya nasıl bir yanıt geliştirebilir insan? Direniş biçimlerindeki köklü sapmalara ilişkin de bir şeyler söylüyor sanki bu durum. Bağışlanmazlık durumu mutlak bağışlanma arzusunu, yani ‘şehit’ olma arzusunu doğurmaya başlayacaktır. Çok ilginç bir bükülmedir bu; hem din tarihi açısından, hem de öznel sorumluluk açısından; çünkü artık ‘kefaret’ Tanrı’dan değil, insandan gelmektedir. Bağışlanmak için insanın ödediği kefaret: Canı!

“Üşürüz suçluluktan / Suçluyuz yaşamaktan” derken Turgut Uyar, belki de dünya-tarihsel ölçekli bu dönüşüme işaret etmeye çalışıyordu, kim bilir?