01 Ağustos 2018 23:20

Sendikalar açıklama şirketi midir?

Sendikalar açıklama şirketi midir?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Türk-İş, Türkiye’de yaşayan dört kişilik bir aile için Temmuz 2018 itibariyle açlık sınırını 1.738,37; yoksulluk sınırını ise 5 bin 662,46 TL olarak açıkladı. Herkesin anlayacağı üzere bu, Temmuz 2018’de 1.738 liranın altında geliri olan her dört kişilik ailenin açlık koşullarında; 5 bin 662 liranın altında geliri olanların ise yoksulluk koşullarında yaşadıkları anlamına geliyor. Peki bu durumda yaşayan kaç kişi var? Bunun için birkaç veriye başvurabiliriz: “Asgari Ücret Tespit Komisyonu”, 2018 yılının tümü için geçerli olmak üzere net asgari ücreti 1.603 lira olarak açıkladı. Bu durumda asgari ücretle çalışan tüm işçi ve emekçiler açlık sınırı altındaki koşullarda yaşam mücadelesi veriyorlar demektir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verileri bunu doğruluyor. Bakanlıkça hazırlanıp Resmi Gazete’de yayımlanan 2017 Temmuz ayı istatistiklerine göre, Türkiye’de 13 milyon 581 bin 554 işçi (bu sayıyı 12 ila 17 milyon arasında değişen sayıda veren farklı veri açıklamaları var) bulunuyor. Bakanlık verilerine göre, “Türkiye’deki çalışanların” yüzde 40.3’ü (5.8 milyon kişi) asgari ücretle çalışıyor ve  yüzde 42.7’si (12 milyon kişi) ise asgari ücretin iki katı kadar maaş alıyor.

Asgari ücret açlık sınırlarının altında olduğuna göre, bu 5.8 milyon kişi, açlık sınırlarının da altındaki koşullarda yaşıyor demektir. 12 milyon kişi ise yoksulluk sınırlarının altında ve fakat açlık sınırlarının üzerinde yaşayabilecek bir gelire sahiptir. Yukarıdaki veriye göre hemen hemen tüm işçiler yoksulluk sınırı ve altında yaşıyor.

Erdoğan yönetimi, bütün bunlara rağmen, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarıyla ilişkin “Avrupa Sosyal Şartı”na karşı çekince belirterek “Çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakkına sahip oldukları” ifadesinde yer alan sorumluluğu reddetti.

Yine ÇSGB‘na göre, toplamda 28 milyon 703 bin “çalışan” bulunmaktadır ve işsizlik oranı yüzde 10.2’dir. (bazı kaynaklarda yüzde 13) Tarım dışı işsizlik oranı yüzde 12,2 olarak tahmin edilmiştir ve  genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı yüzde 20,6; üniversite mezunlarında ise yüzde 23 olmuştur. Buna karşın, sendikalı işçi sayısı yalnızca 1 milyon 623 bin 638’dir.

Bir diğer açıklama, “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi” (İSİG) tarafından yapıldı. İSİG, 21 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen OHAL koşullarında iş cinayetlerinin yüzde 14 artış gösterdiğini ve 3 bin 960 işçinin yaşamını yitirdiğini açıkladı. İş “kazası” nedenli işçi ölümlerinin en yoğun olarak metal, enerji, madencilik, tekstil, kimya, ağaç/kağıt, çimento/toprak sıralamasıyla sanayi işkolu başta olmak üzere yaşanmış olması, iş cinayetlerinin sadece “ilkel çalışma koşullarının ürünü” olmadığını; aksine kapitalist kâr için, ucuz emekgücü “cenneti” bir ülkede, işçi yaşamının genel olarak önem taşımadığının da bir tür göstergesi oldu.

Bir diğer gelişme, yaşam gereksinmelerinin karşılanmasının emekçiler açısından daha da zorlaşmasıdır. Yıllık fiyat artışları ortalama olarak yüzde 13 civarında seyrediyor. Barınma, gıda, iletişim, ulaşım, eğitim, sağlık başta olmak üzere asgari yaşam gereksinimleri otomata bağlanmış biçimde pahalanıyor.

Bu durumda, işçi ve kamu emekçilerinin haklarını savunma, talepleri için mücadele etme ve daha geniş kesimlerini örgütleme iddiası taşıyan sendika ve konfederasyonlarını yönetenlerin yapması gereken nedir? İşçi ve emekçilerin ileri kesimleri başta olmak üzere geniş kitleleri, bu durumu sorgulamadan, sorgulamayla yetinmeyerek bu “kendi örgütleri”nin kendilerinin talepleri için harekete geçmesini-yani bu örgütlerini harekete geçirmek üzere kendileri daha aktif, daha bilinçle hareket etmeden, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi beklenemez.

Açlık ve yoksulluk içinde sürünmek istemeyen herkes, ileri atılmak, hak talebinde bulunmak, talepleri için dövüşmeyi göze almak, bu dövüşte kendisi gibi olanlarla biraraya gelmek, nasıl daha güçlü ve kalıcı birlik oluşturabileceklerini düşünüp-tartışıp kararlaştırmak durumundadır.  

Ülkede, bölgede ve dünyada yaşanan gelişmeler, iktisadi-siyasal-askeri cenderenin daha da sıkıcı hale geleceğini işaret ediyorken, ülkede sendika, dernek, siyasal parti vb. dahil tüm kitlesel mesleki ve siyasal örgütlenmelerin kapısına kilit asma yetkisi dahil bütün yönetsel yetkileri ele geçiren Başkan ve adamları ekonomik-politik ve polisiye baskıyı yoğunlaştırırken, işçi ve emekçilerin ve söze geldiğinde onların örgütü olma iddiasındaki  sendikaların yakınmacı açıklamalarla yetinmeleri, ya da eskisi gibi devam ederek hak elde etmeleri mümkün değildir. Buna rağmen sendika üst konfederasyonları, istatiskiki bilgiler yayımlamak ve arada da tekelci sermaye çevreleriyle Erdoğan’ın başında bulunduğu burjuva devlet iktidarından beklentilerini ifade etmekle yetiniyorlar.

Bu durumda, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadelenin ve mücadele araçlarının geliştirilmesi, yenilenmesi, zenginleştirilmesi sorumluluğu işçi ve emekçilerin, ileri kesimleri başta olmak üzere kendilerine düşer. Şu ya da bu şoven gerici sermaye partisi ve lideri ya da liderlerinin gerici politikalarına karşı da olmak üzere- ve sadece iktisadi olarak durumun biraz daha düzeltilmesi-iyileştirilmesi için değil, sömürü koşullarının ortadan kaldırılması hedefiyle kendi politik ve sendikal örgütlerini geliştirip güçlendirmeden ileriye gidilemeyeceğini işçi ve emekçilerin anlamaları ve buna yönelmeleri, emekçiler ve ülke yararına gerçek bir toplumsal değişimin koşuludur. Bu da, kendileriyle kapitalist zenginlerin durumunu gözönüne getirmeyi; devlet cihazının ve onu “canlı ve vurucu bir makine” haline getirerek kendilerine karşı yıldırıcı bir zor aracı olarak kullananlarla tekelci burjuvazi ve büyük kapitalistler arasındaki ilişkiyi görmeyi; sermayenin faşist, gerici ve reformist partilerinden beklenti yerine sınıf kardeşleri ve arkadaşlarıyla birleşmeyi, onları kendi hakları için mücadelede birleştirmek için daha fazla çaba göstermeyi, sömürü ve baskıdan kurtuluş politikasında biraraya gelmeyi gerektirir.

Uluslararası deneyim kadar Türkiye pratiği de, sendika yöneticiliğini işçi-emekçi hakları için örgütlü mücadele mevzii ya da kürsüsü olarak kullanma yerine kişisel-grupsal çıkarları için ve burjuvazi ve hükümetleriyle uzlaşma aracı olarak kullanan sendika patronlarının ihanetinin sayısız örneğini verir. Sendikaların burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajan koluna dönüştürülmesinin engelini ancak işçilerin kendileri oluştururlar. Sendikalarına sahip çıkarak ve mücadele örgütleri olarak çalıştırarak tekelci gericiliğin, onun siyasal ve başkaca kurumlarıyla temsilcilerinin diktatörce politikalarına karşı, ve onların saldırılarını püskürtecek bir güç haline getirmek, ileri işçi kesimleri başta olmak üzere işçi ve emekçilerin kendilerinin elindedir. Bu bilinçle hareket etmedikçe, sendikaların ve sendika konfederasyonlarının işçileri bürokratik işleyişle sistem kanalları arasında oyalanmaya sürükleme ve formaliter açıklamalar yaparak yasak savma durumundan çıkmaları sağlanamaz ve hükümet-devlet politikalarına yedeklenmelerinin, üst yöneticilerin yakınmacı açıklamalarla “işi idare etme” tutumlarının ve işçileri şu ya da bu düzen partisiyle politikacısı ya da liderin peşinde sürüklemelerinin önü kapatılamaz. Temel ihtiyaç maddelerine zamların birbirini izlediği; yoksul sofralarının soğanı ve patatesinin dahi alınması için neredeyse zenginlik gerektirdiği  koşullarda, işçilerin kendi örgütlerine sahip çıkmaları, hükümet sendikacılığıyla kapitalistlere komisyonculuk yapan sendika patronlarını alaşağı ederek mücadeleci sendikal çizgide milyonlar halinde seferber olmaları; bununla da yetinmeyip işyerinde, semtlerde, kurumlarda sermaye karşıtı mücadele örgütlerini yaratmaları şarttır. Ülkenin içinden geçmekte olduğu aktüel koşullar bu gerekliliği, bu sorumluluğu artmış şekilde dayatmaktadır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...