Hem Avrupa’da hem de Amerika’da aynı kimlikten insanların bir mekânda toplanması, Sema Erder’in de işaret ettiği gibi gönüllü getto olarak tanımlanabilir. Ancak bu yerleşmede dışsal bir iradenin zorlaması söz konusu değildir. Bir tür gönüllü/zorunlu yerleşme demek belki de daha uygundur.

Şehirlerde toplumsal ayrışma ve ‘gönüllü’ gettolar

Günümüzde Türkiye veya dünyadaki herhangi bir kentin mekânsal dokusunda etnik/kültürel öbekleri kolaylıkla fark edebilirsiniz. Aynı halden-dilden gelen topluluklar, planlanmamış bir şekilde kentlerin belli mekânlarında bir arada yaşamaktadırlar. Gündelik toplanma ihtiyaçları çerçevesinde başlayan bu öbeklenme, zamanla komşu olma ve giderek aynı sokak ya da semt olma biçimine kavuşmuş; kentin o bölümü ilgili kültür-kimlikle anılır hale gelmiştir. Bu toplumsal-mekânsal manzara, kentlerin son yıllardaki en dikkat çekici özelliklerinden birisidir ve bilhassa 1990’lı yıllardan bu yana şehirlerin ve ülkenin gündemindedir. Zira bu durum, modern dünyanın anahtar kavramı olan toplumun da parçalanmasına işaret etmektedir.

Kentsel ayrışma, geçmişte daha çok sınıfsal dinamikler bağlamında tezahür etmişti. Avrupa’da banliyöler ve Türkiye’de gecekondu mahallelerinin öyküsü bu tezahürün birer örneği olarak düşünülebilir. 1990’lı yıllarda bu ayrışmaya daha çok varlıklı kesimleri kapsayan, yeni sınıfsal kopuşlar eklenmiştir. Önceki deneyimlerden farklı olarak bu kez varlıklı kesimler, kentlerin görece dışında yeni kapalı siteler inşa etmeye başlamışlardır. Temel tüketim ve gündelik zaman geçirme işlevlerinin içeri alındığı bu sitelerin sayısında adeta patlama yaşanmıştır. Bu ayrışma türü, hali vakti yerinde sosyal kesimlerin ve ilgili emlak şirketlerinin söylemlerinde kentsel musibetlerden korunma ve güvenli ortam tahayyülü olarak ifade bulmuştur. Kentler, böylece sınıflar arası sosyal temasın giderek azaldığı yeni görünümler kazanmaya başlamıştır.

AYRIŞMADA YENİ DİNAMİKLER: KENTSEL ETNİSİTE

Hemen hemen aynı sürece denk gelen mekânsal ayrışmanın etnik/inanç kimliklerine dayalı yeni örnekleri ise bugünkü kentlerin en dikkat çekici olgusudur. Etnisiteden inanç alanına kadar çeşitli kimlik grupları, aynı kentsel mekânda bir araya gelmekte ya da bu amaca dönük yeni mekânlar inşa etmektedirler. Üstelik bu olgu orta vadede daha da gelişecek gibi görünmektedir. Dünyanın belli başlı tüm kentlerinde gözlemlenen bu durum Türkiye gibi geleneğinde çok kimlik olan bir ülkenin kentleri için kuşkusuz çok daha görünürdür. Ayrıca Türkiye, bilakis düzenli-düzensiz göçmenlerin akın ettiği bir ülke olarak da bu süreci çok daha yaygın ve net şekilde resmetmektedir. Nitekim Türkiye kentlerindeki Suriyeli, Afgan, İranlı vb. göçmen kimliklerin oluşturdukları kentsel öbekler hızla çoğalmaktadır.

Bu yeni olguyu anlamak için uygun kavramlardan birisi kentsel etnisitedir ve kuşkusuz kent ve etnisite kavramlarının basit birleşiminden daha fazla bir anlama sahiptir. Kentsel etnisite hem hemşerilikle hem de ilgili etnik grubun kent mekânında yer alma biçimiyle tanımlanabilir. Hemşerilik, bir yönüyle devletin kayıtlarında nüfusa kayıtlı olunan yeri anlatır. Ama aynı zamanda kent mekânında aynı coğrafi bölge ve bilhassa aynı dil ve kültür içinden gelenlerin mekânda kurdukları yeni ortaklaşalık anlamına gelir. Bu ortaklaşalık hali gündelik hayatta bir dizi iktisadi, sosyal, kültürel pratiklerin üretimine kaynaklık eder. Özellikle büyük şehirlerde hemşerilerin mekânsal olarak bir arada olmaları iktisadi, politik, toplumsal dayanışma alanlarında enformel veya formel çeşitli işlevler üretir.

Diğer yandan etnisiteyi, modern devletle birlikte düşünmek tarihsel/olgusal zorunluluktur. Zira kentsel etnisiteye konu olan etnik topluluğun var olma biçimi, büyük ölçüde ulus devlet inşası içinde okunabilir. Modern devletlerde yurttaşlık kurumu tüm bireyler arasında hukuken teorik eşitlik öngörse de, aslında yurttaşların bir etnik gruba dahil olduğu ve devletin bu etnik gruplara yönelik dışlayıcı politikalarından her bir yurttaşın etkileneceği gerçeğini değiştiremez. Başka bir ifadeyle kentsel nüfusun bir bölümünü oluşturan ve ülkedeki hâkim kültür dışında kalan kimlik grupları doğası gereği egemen kültürün çeşitli müdahaleleriyle karşı karşıya kalabilirler. Dolayısıyla karşılaştıkları çeşitli sosyal-politik müdahaleler, grubun kent mekânında yer seçme sürecinde etkili bir dinamik haline gelebilir.

KENTSEL AYRIŞMANIN TARİHSEL BİÇİMİ

Kentsel mekânda etnik kümelenmelerin tarihini anlamak için getto olgusuna bakmak gerekir. Getto tıpkı gecekondu gibi, toplumsal ve mekânsalın kesiştiği, ancak ayırıcı bir dizi özelliği olan bir kentsel olgudur. Gettolara dair ilk örnekler Avrupa kentlerinde görülen, Yahudilerin kapatılma mekânlarıdır. Tarihçi Henri Pirenne, 10. yüzyıldan sonra palazlanan Hıristiyan tüccarların, o zamana kadar Avrupa’da ticareti ellerinde tutan ve büyük servetler kazanmış Yahudi tüccarları tasfiye etmek istediklerini yazmıştı. Gettolar, bu amacın da birer aracıydı ve Venedik Gettosu da bunun ilk örneklerinden biriydi. Şehirde çalışan Yahudiler, etrafı çevrili ve akşam kapıları kapatılıp sabah açılan bu yaşam alanına girmek ve şehir yönetimi tarafından belirlenen kurallara uymak zorundaydılar.

Venedik örneğinde olduğu gibi gettolarda yaşayanlar, diğer kesimlerden farklı olarak şiddetli bir ayrımcılığa uğramaktaydılar. Louis Wirth bunları zorunlu gettolar olarak tanımlamıştı. Zorunluluk, topluluğun, orada yaşamasına dışsal bir iradenin karar vermesinden gelmekteydi.

ZORUNLU GETTOLARDAN ‘GÖNÜLLÜ’ GETTOLARA

Modern zamanlar dünyada hızla yeni ulus devletlerin kurulduğu ve ülkeler arası göçlerin arttığı dönemi anlatır. Mübadeleler ve diğer göç anlaşmaları ile birlikte milyonlarca insan bu süreçte kendisine bir ‘vatan’ aramış ve yerleşmiştir. Ama aynı zamanda kendine ‘vatan’ bulamayan ve kimliksel haklarından vazgeçmiş olarak herhangi bir ülkenin içinde kalan pek çok kimlik grubu da söz konusuydu. Çünkü süreç her etnik kimliğin bir devlet kurabilmesiyle sonuçlanmamıştı. Dolayısıyla göçmen yerleşmeleri bundan sonra kendine özgü yeni biçimler ortaya çıkarmıştı. Böylece yeni türden bir gettolaşmanın iktisadi, toplumsal, politik bir zemini oluşmuştu.

Özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak dünyanın değişik ülkelerinden göç alan Avrupa kentlerinde göçmen öbeklenmeleri adım adım gelişmiştir. Başlangıçta değişik ülkelerden ve dolayısıyla kimlik ve kültürlerden gelen göçmenlerin oluşturduğu bu yerleşmeler de zamanla kimliksel ayrışmaya uğramışlardır. Bugün eski göçmen mahallelerinin büyük bir bölümü, etnik kimliği baskın birer yerleşime dönüşme eğilimi göstermektedir.

Amerikan kentlerindeki gettolaşma örnekleri ise daha kendine özgüdür. ABD, büyük ölçüde dış göçlerle oluşmuş ve kentlerin toplumsal manzarası da bu göçün izlerini taşımıştır. Nitekim 1920’de kentsel nüfusun yüzde 75’inden fazlasını yabancı doğumlular oluşturmaktaydı. 1820-1880 arasında İngiltere, İrlanda, Almanya ve İskandinav ülkelerinden; 1880-1920 arasında ise daha çok Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ülkeleri ve İtalya, Polonya ve Rus göçmenleri gelip yerleşmişlerdi. Yahudilerin ABD’ye göçü de bu dönemde gerçekleşmişti. Yaklaşık 20 milyonu bulan bu göçmenler, daha önce gelen gruplar tarafından kurulan mekânlara yerleşmiş; gettolar da bu süreçte oluşmuştur.

Hem Avrupa’da hem de Amerika’da aynı kimlikten insanların bir mekânda toplanması, Sema Erder’in de işaret ettiği gibi gönüllü getto olarak tanımlanabilir. Çünkü tarihsel gettolarda olduğu gibi buralarda da kimliksel bir değişken vardır. Ancak bu yerleşmede dışsal bir iradenin zorlaması söz konusu değildir. Bir tür gönüllü/zorunlu yerleşme demek belki de daha uygundur.

KENDİNE ÖZGÜ ÖRNEKLER: AMERİKAN SİYAH GETTOLARI

Ancak Amerikan siyah gettolarının öyküsü bu iki tür arasında, çok daha kendine özgüdür. ABD’de yüzlerce yıllık köle geçmişi olan siyahlar, kentlere gelmeye başladıklarında, Avrupa’daki Yahudiler gibi, gündelik yaşamları birçok yasayla kısıtlanmıştı. Kuşkusuz bu kısıtlayıcı, ayırımcı politika ve pratikler siyah gettolarının oluşmasında büyük rol oynamıştır. Bu süreç o kadar uzun sürmüştür ki siyahların mülk edinmelerini önleyen yasal düzenlemeler 1948’e kadar yürürlükte kalmış; siyahlara, beyazlarla eşit muameleyi öngören yasanın çıkması ise ancak 1964’te gerçekleşebilmiştir. O tarihten sonra bile gerek kamu, gerekse özel konut piyasalarındaki ayrımcı uygulamalar, siyahların belli alanlarda yoğunlaşarak yaşamalarını bir bakıma zorunlu kılmaktadır.

Loic Wacquant, Amerikan siyah gettolarının 20. yüzyılda komünal gettodan hipergettoya geçtiğini söyler. Komünal gettolarda siyahların bütün sosyal sınıfları, onlara ayrılmış ve sınırları keskin şekilde çizili bir yere tıkılır; bu sıkışık sosyomekansal oluşum içinde ortak bir kader yaşarlardı. Hipergetto ise ırk ve sınıfın birleştiği; yani sadece yoksul siyahların yaşadığı yeni mekânları ifade etmek için kullanılmıştır. Mahrumiyetin egemenlik kurduğu bu alanlar yani hipergettolar, siyasetçi, medya ve resmi idareciler tarafından “yasaların geçmediği mıntıka”, “sorunlu mevki”, “girilmez alan”, “vahşi bölge” olarak tanımlanmış; buralardan korkulduğu, kaçıldığı ya da uzak durulduğu yönünde yaygın bir algı gelişmiştir.

Sonuç olarak bu süreci birkaç biçimde özetlemek mümkündür: Birincisi; gönüllü gettonun bir biçimi olarak etnik yerleşmeler, hem bastırılmış kimliklerin yeniden inşa arayışının bir tezahürü hem de kentlere yeni gelen göçmen kimliklerin birer tutunma araçlarıdır. İkincisi, bir dış dinamik olarak küresel sosyal hareketlilik, kentlerde etnik yerleşme süreçlerini tetiklemekte; kentlere gelen yeni nüfus gruplarının önceden yerleşmiş aynı etnik kimlikten kesimlerle hızlıca komünike olmalarına; iş ve kabul görmelerine imkân sağlamaktadır. Son olarak bu yeni kentsel manzarayı bir ‘sorun’ olarak görmek, yaftalamak ve dışlamak yerine günümüz koşullarının ortaya çıkardığı bir sosyolojik olgu olduğunu anlamak ve buna göre politikalar geliştirilmek gereklidir.