Sanat, edebiyat ve siyaset...

"Doğduğumuz memleket bütün taştı çakıldı;//Sert yoğrulmuş mayamız bizi dik başlı kıldı.//Yalana baş sallayıp susmasını bilmedik;//Huysuz, geçimsiz diye şöhretimiz yayıldı." mısralarıyla tanıdığımız Mehmet Çınarlı'ya (ö. 1999) "Hiç olmazsa edebiyatçı yazarlarımız haftada bir gün bari şiirden, romandan, mûsikîden, tiyatrodan bahsetseler" mealinde yazdığı bir yazı dolayısıyla bir okuyucusundan şöyle bir cevap gelir:

"Öyle bir devirde yaşıyoruz ki milliyetçi gazete yazarları silahını çekmiş birer savaşçı gibidir. Komünistler, bozguncular, anarşistler her tarafta kol geziyor ve devletin temeline dinamit koymakla uğraşıyorlar. Milliyetçi gazete yazarlarımız bunları her gün ateş altında tutmak zorundadırlar. Haftada bir gün dahi olsa, sanat konularına eğilip ateş kesmeleri doğru olmaz. Önce memleketi soysuzların tecavüzünden kurtarmak, sonra ihmâl edilen sanat ve edebiyata dönmek gerekir." (bk. HİSAR Dergisi, Sayı: 79, Temmuz 1970, s. 3)

 50 yıl sonra bugün gazetelere şöyle bir baktığımızda söz konusu anlayışın daha da yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Dilmiş, kültürmüş, sanatmış, edebiyatmış kimsenin umurunda değil. Varsa da siyaset yoksa da siyaset. Devletin tepesindekiler milletin bir kesimini hedef alır ve sabah-akşam "illetler, zilletler, teröristler" diye bağırarak toplumu cephelere bölerse köşe yazarlarının, haftanın her günü karşı cepheyi ateş altında tutmaları her halde bir zorunluluk oluyor!

Üzülerek belirtelim ki neredeyse 100 yıldır bu cepheleşme devam ediyor. Ama bir türlü memleketi kurtarıp da ihmâl edilen kültüre, sanata, edebiyata, ilme dönemedik. Bu gidişle dönebileceğimizi de pek sanmıyorum.

Tarık Buğra'nın da dediği gibi "Kültürle, sanatla, edebiyatla, edebiyatçıyla gereği kadar ilgilenmeyen toplum kendisini politikacıya teslim etmiş demektir. (...) Politikacı, insanlar arasındaki uyuşmazlıklardan, anlaşmazlıklardan beslenir. Kötü politikacı, bu yüzden, bu uyuşmazlıkları, bu anlaşmazlıkları körükler, düşmanlık haline getirmeye çalışır ki 'ordu'su daima 'silah başında' bulunsun."                                                                            

Maalesef bugün yaşadıklarımız tam da budur. Milleti eğitmeyi, ona doğruyu, muasır medeniyet seviyesini aşmanın yollarını göstermesi gereken yazarlar -istisnalar kaideyi bozmaz- birbirleriyle vuruşuyorlar. Gazete köşesi değil, sanki cenk meydanı. Kalemlerden ahlâk ve fazilet yerine kin ve nefret damlıyor.

Mübareklerin çoğu da devrimci... Kimi "dil"i devirme peşinde, kimi kültürü, kimi de siyasî rakibini.

Bu gidiş hayra alamet değil. Bu hızla gidersek -Allah korusun- kaza mukadderdir. Silkinip kendimize gelmeliyiz. Siyasetin, particiliğin, kavganın dışında da hayat var. Hem nasıl güzel bir hayat... Bir dertlinin derdine deva bulmak, kırılmış bir gönlü tamir etmek, düşen birisini, elinden tutup kaldırmak... Bunlardan daha büyük mutluluk mu olur dünyada? Peki, bu kavga, bu kin, bu nefret niye? "Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır" diyen Yunus Emre'nin hoşgörüsü nerde kaldı?

Yazarlarımız sanatın, edebiyatın, ilmin, faziletin diriltici gücüne yönelmez ve siyasetin emrinde yürümeye devam ederlerse korkarım hiçbir zaman birbirimizi ateş altında tutmaktan kurtulamayacağız.

***

ACZİMİN GİRYESİ:

YAPMAK VE YIKMAK

Herkes devrimci, yıkıyor, yapan yok.

Hak diyen çok lakin Hakk'a tapan yok.

                                    (Li-müellifihî)  

 

Yazarın Diğer Yazıları