Said Nursi memleketinde ölmek istedi

Said Nursi hem modern hem de evrensel bir İslam yorumu geliştirmek istedi. Dikkatle bakanların sezebileceği bir ölçekte Sünni gelenekten uzaklaşma cesareti gösterebildi ama bugün gerekliliğini hissettiren daha kapsamlı bir kırılmayı/kopuşu başaramadı.

Google Haberlere Abone ol

Mücahit Bilici

23 Mart 1960’ta vefat eden iman mütefekkiri Üstad Bediüzzaman Said Nursi’yi rahmetle anıyorum. Bitlis-Hizan’ın Nurs köyünde 1878’de doğan Nursi, gençlik yıllarında yerel kamuda meşhur bir genç molla olarak ön plana çıktı. Daha sonra Kürdistan’ın dışına çıkıp İstanbul’da çöken bir imparatorluğun son çırpınışları içinde kendisini Said-i Kürdi olarak İslam toplumlarının geleceği konusunda gayret gösteren bir aktivist olarak görüyoruz. Değişim lüzumunu hayatın her alanında hisseden Nursi’yi bu dönemde Abdülhamid istibdadına karşı ve hürriyet ve meşrutiyete taraftar bir İslam aydınlanmacısı olarak buluyoruz. İstibdada karşı hürriyeti, saltanata karşı cumhuriyeti savundu. Nursi’deki bu politik aydın’lanmacılık bilahare daralarak dinde nur’culuk biçimini alacaktır.

Yeni Cumhuriyet rejimi ile yolları ayrılan ama reform konusundaki ortak arzuları bir diyaloğa dönüşemeyen Said Nursi daha sonra inzivaya çekildiği Van’dan yeni rejim tarafından kaçırılarak Anadolu’da tenha bir yere sürgün edildi. Said Nursi sürgündeyken İslamı yeni baştan yeşertmek zorunda olduğunu düşündü. Nurculuğun iman vurgusu, hem aklın modern zamanlarda önem kazanması ile hem de iman dışındaki herhangi bir konuda Said Nursi’nin elinden bir şeyin artık gelemiyor olması ile ilgilidir. Nurculuğu bir açıdan dinin, vicdan özgürlüğü içindeki yeniden inşası olarak görmek mümkün. Böylece Nurculuk hem Nursi’nin modern şartlara İslami uyarlaması hem de siyasi iddiası olmayan (ben size karışmadığım gibi siz de bana karışmayın diyen) bir pozisyondu. Nursi’nin yeni Said döneminde ürettiği risaleler dinin kalbi sayılan imanın hayatiyetini sürdürmeye matuf, sınırlı ve çatışmasız bir yeniden inşayı hedefliyordu. Konu uzun ancak bu inşa dinde bir modernleşme hamlesiydi. Doğrusu Said Nursi’nin Türkiye’deki modernleşmeye dinden yaptığı katkı yeterince takdir edilmemiştir.

Said Nursi ortodoks geleneğin putlarına fazla dokunmasa da takipçileri açısından dinin odağını kimlik’ten hakikat’e döndürmeyi başardı. Said Nursi Müslümanların özel tanrısı olan bir Allah’a değil, kainatın ve bütün insanlığın tanrısı olan bir Allah’a inanıyordu. Nurcuların Kur’an tefsiri diye bildikleri Risale-i Nur, klasik İslami anlayış açısından bir tefsir sayılmadığı gibi Nurculuğun pek çok merkezi unsuru da İslami olarak görülmüyordu. Dinde aydınlanmayı, literalizmden ve tefsir geleneğinden koparak gerçekleştirmeye çalıştı. Ritüel yerine anlam bir ibadet formu halini alacaktı. Tefekkür Nur metodunun iki merkezi ilkesinden biri oldu. İnsanı ve tefekkürü merkeze alan ve iman merkezli olduğu için din’i bir kimlik olarak görmeyen bir yaklaşım aslında bugün ihtiyaç duyulan evrenselci bir İslam anlayışına zemin olabilirdi. Ama olmadı. Nurculuk Said Nursi’nin ilerisine geçmek bir yana fersah fersah gerisine düştü. Tahkik yerine taklidi seçti. Bir üstadı (ustayı) bir şeyhe (puta) çevirdi. Said Nursi’den sonraki Nurcu grupların isimlerinde bile bu başarısızlığın izini sürmek mümkündür. Nurcular arasında “Yazıcı”lar veya “Okuyucu”lar gibi cemaatler çıkmıştır. Ama bir “Anlayıcı”lar cemaati çıkmamıştır (klasik Nurculuğun dışındaki tek tük istisnalar hariç). Fikir bile taklit edildiğinde değersizdir. Nerede kaldı yazı ve söz. Nurculuğu ölüm hastalığına yakalatan şeylerin başında “abi” diye bir tür “sahabe” otoritesi ihdas etmeleridir. Said Nursi’ye hizmet ettikleri için kutsal adam muamelesi yapılan bu insanlar, çoğu kez bir çocuk kadar masum olduklarında bile en fazla bir çocuk kadar dünyadan haberi olan kişilerdi. Nurculuğun evrim ve bugünkü krizi uzun ve ayrı bir konu.

Ancak, Said Nursi hem modern hem de evrensel bir İslam yorumu geliştirmek istedi. Dikkatle bakanların sezebileceği bir ölçekte Sünni gelenekten uzaklaşma cesareti gösterebildi ama bugün gerekliliğini hissettiren daha kapsamlı bir kırılmayı/kopuşu başaramadı. Bugün Nurculuk sadece geleneğe teslim olmakla kalmamış, her zaman korktuğu devletin emrinde hakikati bükebilen muti bir vatandaş olmayı, siyasi iktidarın hegemonya inşasında bir tuğla olmayı, İslamcı aşırılıklara asker yazılmayı, Türk milliyetçiliğinin kirine bulanmayı kabul etmiş görünüyor.

İlginç bir şekilde sürgünde Kürtlükten soyutlanmasına ve evrensel bir dini mesaj geliştirmesine rağmen, devlet Said Nursi’yi hep bir Kürt olarak gördü ve Demokrat Parti popülizmi dini kimliğe araçsal bir nefes aldırana kadar da yaptıklarını kriminal görmeye devam etti.

Devlet her zaman Nurculuğu, Kürtlüğün bir suçu olarak gördü. Bunu sadece propaganda amaçlı kendisine yöneltilen “Kürtçü” suçlamalarına bakarak söylediğimi düşünenler, ümit edenler olacaktır. Halbuki bu sathi bir temas noktasıdır. Asıl mesele teolojik olarak dine hükmeden devletin kendi dışında ortaya çıkan bu yeni dine karşı aldığı tutumdur. Teolojik olarak da Nurculuk dinde yeni bir içtihat olarak ortaya çıktı ve bugün teolojik açıdan sakıncalılar listesinde hala yer almaktadır. Şafiilik tedirginliğinden tutun, tasavvuftaki Halidi-Nakşi hegemonyasının Kürt kökenliliğine kadar çeşitli sebepler sayılabilir. Ama çok daha derin olan sebepler Nurculuğun Nursi’yi doğuran kültürel coğrafyadan kadim bir irfan geleneğini tevarüs etmesi, İşrak felsefesinden tutun İmam Ali’ye olan özel hürmete kadar çeşitli noktalarda Nurculuk Türkiye’nin resmi İslamına aykırılıklar arz etmektedir.

Bitirmeden bir hususa daha değinelim: Said Nursi’yi Türk milliyetçiliğine meze yapma çabasındaki kimi Nurculara bulmaca kabilinden bir soru soralım: Said Nursi “vatanım” dediğinde her zaman doğduğu Kürdistan’ı kastetti. Türkiye ibaresini kullanmamaya özel bir ihtimam gösterirdi. Etnik vurgusundan dolayı ısınamadığı Türkiye ismini zikretmek yerine Türkiye’den her zaman “bu vatan” veya “Anadolu” diye bahsetti. Ölüm vaktinin geldiğini anladığında da yasaklandığı ve hala gitmesi yasak olan doğduğu topraklarda ölmek istedi. Özel olarak Urfa’ya değil ‘Diyarbekir ve Urfa’ diyerek özel olarak Kürt illerinde ölmek üzere hasta haliyle talebelerine beni götürün dedi. Hasta haliyle onu götürmek istemeyen talebelerine ısrar etti. Ambargoyu ve polis kontrolünü delip vatan bildiği topraklarda ölmeyi başardı. Ama cesedi otoritelerce tekrar kaçırılarak ebedi bir sürgüne mahpus edilmek istendi. Allah rahmet etsin. Said Nursi’nin mirası hâlâ Nurculuğun dar ve nitelikten mahrum çerçevesi dışında hakkıyla anlaşılmayı bekliyor.