Çocukluğumdan beri sahneye genellikle ailemden insanlarla çıktım.

Önce ağabeyim sonra amca sonra bir dönem oğlum Serhan sonra zaman zaman kızım Dilhan… Bugün de tiyatrocu olan eşim Gizem ile aynı sahneyi paylaştım. Yine aileden Faruk Duman’ın yazdığı “Canlanma” isimli sanat üzerine bir masal’ la.

Aynı aileden olup da aynı mesleği yapan çok insan var. Doktorlar, avukatlar, mühendisler, politikacılar, pilotlar… Birçok sanatçı da anne baba mesleğini seçmiş durumda.

Ali Şen-Şener Şen, Kemal Sunal-Ali Sunal, Erol Evgin-Murat Evgin, Rutkay Aziz-Doğa Rutkay, Eşref Kolçak-Harun Kolçak, Salim Ağırbaş-Gürol, Birol Ağırbaş ilk aklıma gelenler.

Nejat Uygur, Süheyl ve Behzat Uygur’ u da unutmamak lazım. Yıllar önce katıldığımız bir televizyon programında sanatla uğraşan bizlere çocuklarımızın bizim mesleklerimizi sürdürüp sürdürmemelerine nasıl baktığımız sorulduğunda hepimiz olumsuz yanıt vermiştik.

Hiç birimiz çocuklarımızın sanatla uğraşmalarını değil ama sanatla hayatlarını sürdürme, evlerini geçindirme fikrine sıcak bakmamıştık.

Müzik sektöründe pandemi yüzünden yaşanan son ekonomik krizden sonra ebeveynler ne düşünüyor bilemem ama biz ne düşünürsek düşünelim su yolunu buluyor zaten.

Aslında özellikle sevdiğiniz insanlarla aynı sahneyi paylaşmak olağanüstü bir his. Gerçekten de çok gurur veren bir durum. Yanı başınızda gözleri kapalı şarkı söyleyen, enstrüman çalan, vokal yapan insanların doğduğu saati, okuduğu okulları, sevdiği yemekleri, hoşlandığı filmleri, dinlediği müzikleri bilmek… ‘Sen ne çabuk büyüdün de’ diye cümleye girecekken sadece göz ucuyla bakar gibi yapıp her hareketini, nefes alış verişini izlemek en az onun kadar heyecan duymak. İkiyken bir olmak. Alkışlar başlayınca birken iki, ikiyken üç, Üçken sayılmaz olmak…

Yıllar önce tanımadığımız bir kadın, bir konser sonrası “Sahneye çıkmak nasıl bir duygu? Tanımadığınız insanlarla aynı cehennemi paylaşmak gibi mi?” diye çok acayip bir soru sormuştu. Hâlâ cevabını bulabilmiş değilim.

Benim için sahne hiçbir dine mensup olmayan insanların, ama iyi insanların mabedidir.

Ben hep bir sis içinde gibi hissederim kendimi sahnede. Güvensiz, belirsiz, uçurumların hemen dibinden gittiğimiz, tehlikeli ama muhteşem manzaralı daracık bir dağ yolunda gibi. Sonunda denize çıkacağını umduğumuz.

Sahne sihirli bir yer. Işıklar, kocaman ses sistemleri, enstrümanlar, nota sehpaları, müzisyenler, sesçiler, teknik ekip… Zaman zaman az sayıda zaman zaman binlerce insanın şarkılarınıza eşlik etmesi.

Hiç tanımadığınız insanlarla aynı duyguyu aynı coşkuyu paylaşmak. Bazen yağmur sesini andıran alkış sesleri. Bazen en çok sevdiğiniz ama popüler olmamış bir şarkı sonrasındaki sessizlik. İnsanların sahneye hep bir tebessümle hafif bir kıskançlıkla ama hep olumlu bakmaları. Rüzgâra karşı, geceye karşı, denize karşı söylenen şarkılar.

Konser sonrası tüm ekiple seyirciyi selamlamak. Onların alkışlarına selamla, gülücükle ya da alkışla karşılık vermek. Alkışların altında ezilmemek için birbirimizi göstermek.

Sahneyi, seyirciye sırtımızı dönmeden geri geri giderek terk etmek. Işıkların azalması. Seyircinin salonu terk etmesi. Ve de orada burada uçuşan ezgiler, notalar, seslerin, adına evren dediğimiz sahnede yankılanması… Yankılan…Yankı…Ya…