Ruhun yaşı yoktur, bu yüzden bazen genç, bazen ihtiyar, bazen çocuk gibi oluyorum ve bu bana hem tuhaf bir hüzün, hem de sevinç veriyor. İçimdeki çocuğun, gencin ve ihtiyarın uyum içinde birlikte yaşaması, Melanie Klein’ın şükretmekle ilgili sözlerini hatırlatıyor. Gençlik ve yaşlılık üzerine düşünürken, Can Yayınları’nın bugünlerde yayımladığı ‘Kısa Klasikler’den Anton Çehov’un ‘Öylesine Bir Hikâye’deki Mihayil Fyodoroviç’in şu sözlerine rastladım: “Beş para etmez bugünkü gençler! İdealden filan söz etmiyorum. Hiç olmazsa tam anlamıyla çalışmasını, düşünmesini bilseler. Şairin dediği gibi: ‘Hüzünle bakıyorum şu nesle’…” Katya da ona hak vererek şöyle ekliyordu: “Hayatta epey üniversiteli, genç bilimadamı, pek çok aktör gördüm. Ne diyeyim? Bir defa olsun bir dâhi, üstün bir yetenek, hatta sadece ilginç bir insana rastlayamadım. Hepsi donuk, yeteneksiz, küçük dağları kendilerinin yarattığını zanneden insanlar…” Mihayil ve Katya’nın bu tespitlerini günümüzde paylaşan pek çok yaşlı olduğuna eminim.

Öykünün anlatıcısı Profesör ise, hiç de onlar gibi düşünmüyordur, içinden şöyle geçirir: “Ben otuz yıllık deneyimimle söylüyorum; ne bir değersizleşme ne de ideal yokluğu fark etmiş değilim. Her şeyin eskisinden daha kötüye gittiğini de sanmıyorum.” Profesör, bir yandan gençlerde gördüğü eksikleri de sıralar, ama bütün bunların gelip geçici olduğundan emindir. Nitekim, Çehov bu öyküyü yazdıktan yıllar sonra, Mihayil ve Katya’nın aşağıladığı o gençler, Ekim Devrimi’ni yapmış, uzaya insan gönderecek bilimsel gelişmeleri gerçekleştirmişlerdi. Gerçekten de Çarlık Rusyası’nın son zamanlarında gençler ve halk perişan bir haldeydi. Dibi tam görmeden yukarı çıkmayı akıl edemez çoğu kişi, küçük umut tesellileri asıl yüzleşilmesi gerekenlerden kaçmaya yarar çoğu zaman. Bazen umutsuz olmak, gerçek umutlara kavuşmanın tek yoludur. Ama umutsuzluğa katlanabilmek, hiç de kolay değil...

Her şeyin eskisinden daha kötüye gittiğine dair kıyaslamalar yapmak, bana daha çok psikolojik bir durummuş gibi geliyor. Yaşlandıkça insan kendi gençlik günlerini unutup önyargılar oluşturabiliyor, hatta ölüm korkusunun da etkisiyle gençlere biraz hasetle de bakabiliyor. Siyasi bir tespit olarak, günümüzü geçmişle karşılaştırıp, ah ne güzeldi eski günler demek, gerçekliği çarpıtarak teselli aramaktan başka bir şey değil.

Melanie Klein, şükretme deneyimini, bebekliğe kadar götürerek bebeğin memeyle ilişkisine bağlıyordu. Haz ve şükran deneyiminin sıklığı arttıkça, insanın haz alması ve başkasına haz vermesi de kolaylaşıyordu. İç zenginliğin dışa verilmesi ve yeniden içe yansıtılması, şükran hissinin ana kaynağıydı. Örneğin cömertlik, başkaları için iyi şeyler yapmak, şükran hissine sahip birisi için takdir edilmese dahi haz vermeye devam edecektir. Eğer bu şükran hissi yoksa, o kişinin başkaları için yaptığı her şey fedakârlığa dönüşecek ve takdir edilmediğinde hazzın yerini acı alacak. Melanie Klein, böyle diyor. Güzel yaşlanma tam da böyle bir şey, aldığı hazzın doyuruculuğunu yaşayan kişi, bu içsel hazzı dışarıya vermekte, başkalarına karşı sevecen, cömert, anlayışlı olmakta sorun yaşamaz. Ama o hazzı alamadıysa, her şeyi içinde tutmaya çalışacaktır ve başkalarında olan şeylere de hasetle bakacaktır. Bazı ünlü ve yaşlı yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının, politikacıların, gençlerin yaptığı hiçbir şeyi beğenmeme eğilimi, böylesi bir hasetle açıklanabilir belki.

Melanie Klein, ‘Haset ve Şükran’da Goethe’den şu alıntıya yer vermişti: “Ömrünün başlangıcıyla sonu arasında anlaşma olan kişi mutludur.”