Tekessür-ü kalple ezilirmiş düşünceler. Gözyaşıyla pişermiş gönülde saklananlar.
Tutunamayan gözyaşlarıymış yağmurlar. Bir acıymış, bir hayalmiş, bir sevdaymış yürekleri yakanlar, gönüllerde parlayanlar… Bir kar tanesiymiş ılık ılık eriyip içime akan. Bir baharmış cümle kasırgalara, fırtınalara rağmen kalbimde yeşerttiğim. Bir meltemmiş soğuk havalarda içinde kendimi hissettiğim. Bir mefkûreymiş, dâvâymış, aşkmış yaşadıklarım.
Daha kaç hazan geçecek mevsimlerin üzerinden? Kaç besteyi yarım haliyle uğurlayacağız sonsuzluğa? Kaç resim renksiz kalacak, kaç tuval mahzun bakacak yere? Daha kaç gün gözümüzü ufka dikeceğiz ümitle? Kaç kar tanesi eriyecek, kaç yağmur yol verecek, kaç mehtabın ardından boynu bükük seyredeceğiz?
Vuslatın, firakın arasatında, vicdanların dünyasına bakıyor gözlerimiz. Tek bir çiçeğin canlı kalması adına, çölde ona yol açanlar, bugün yollarını ve pusulasını şaşırmışlar. Tefessüh etmiş bakışların, galîz tabirlerin, fitne kusan ifadelerin merkezinde kalmışlar. Daha dün alkışlanan, pohpohlanan, el üstünde tutulan bu fikrin müntesipleri, bugün tu ka ka bir derekeye düşürülmüş, mahzun gönüllerine çelme takılmış, kendi köşelerinde darıltılmışlar. Ne olup ne bittiğinden, yapılan edilenlerden kendi kameti kıymetlerince ders almaya, yol çıkarmaya çalışıyorlar. Şaşkınlar, üzgünler, kırgınlar. Ama her şeyden önemlisi mahzunlar.
Soğuk içlere, iliklere işleyip bedenimizi kaskatı yaparken ruhlar merhametin engin atmosferiyle nefes almakta aslında. Rahman ve Rahim isimlerine yapışanlar rahmetin sonsuzluğunun anaforunda solumakta. Engin denizlerde merhamet incisini bulanların gözleri kamaşmakta, yüzleri ışımakta. Rahmetten öte yol var mı? Merhametten nasibi olmamaktan öte nasipsizlik var mı? Acıyla kıvranan, hicranla burkulan yüreklerimiz Allah’ın rahmetine îsal etmeseydi, kendine başka bir me’haz bulabilir miydi?
Allah’ın lütfûnu kazanmak, fazlına yol bulmak için elimize verilen rahmet nimetini hak edebilmek için, bizim de merhameti yüreklerimizde misafir etmemiz gerekmez mi? Allah’a ellerimizi kaldırıp afv dilenirken, duâ duâ yalvarırken, bizim de başkalarına uluvv-ü cenaplık göstermemiz gerekmez mi? Siyasetin çirkin yüzüne kurban ettiğimiz merhametin ruhunu, kaskatı kalplerimizi eriterek talep etmemiz daha muvafık olmaz mı? Hz. Ebubekir’in “Allah’ım! Benim vücudumu Cehennemde öyle büyüt, öyle büyüt ki ehli İslâma yer kalmasın!” fedakârlığının, nüvesini bari kalbimizde taşımamız uygun olmaz mı?
Son asrın mü’minleri olarak her nedense önce müstakim vicdanlarımızı kaybettik. Efendimizin (asm) “Mü’minin ferasetinden korkunuz! Çünkü o baktığı zaman Allah’ın nuru ile bakar.” Hadisindeki beşaretiyle tanımlanan ferasetimizi kaybettik. “Çok acılar çektik Ya Rab! Sen güldür âlem-i İslâmı!” deyip inleyen, gözyaşı döken mü’min kalplerimizi kaybettik. Teakkul, tezekkür ve tefekkürümüzü kaybettik. Bediüzzaman’ın “Mü’minin mü’mine karşı en iyi yardımı duâ iledir” sözünde mü’minin acısıyla, hâliyle dertlenmeyi kaybettik.
Acının dili her yerde aynı değil miydi oysa? Dili, dini, milleti var mıydı? İnsanları dışlamanın, ötekileştirmenin, garazla, kinle, nefretle bakmanın, iftira atmanın kökünü ta Efendimiz’le (asm) gömmedik mi cehalet toprağına? Yeniden mi hortladılar yoksa? Yoksa Âkif’in seslendiği gibi;
“Kaç hakikî Müslüman gördümse hep makberdedir/ Müslümanlık bilmem, ama galiba göklerdedir” mi?
Neden düşen, incinen, mahvedilen mü’min yüreklere bir de biz vurmaya kalkışalım? Neden siyasilerimizin gözlüğüyle insanımıza bakalım? Kardeşimiz, kızımız, oğlumuz, komşumuz, öğretmenimiz, hocamız, doktorumuz… Aynı insanlar, aynı kişiler, aynı mü’minler, inanın. İnsanın kalbinde rahmet olmalı ki, rahmet istemeye yüzü olsun. İnsan kalbini merhamete açmalı ki, Allah da onun kalbini ötelere açsın, merhametinden uzak etmesin.
Ne buyuruyor Efendimiz (asm): “Siz yer ehline merhamet edin ki, gök ehli de size merhamet etsin.”
Allah bizi rahmetinden uzak eylemesin! Âmin.