20 Nisan 2019 00:30
Son Güncellenme Tarihi: 20 Nisan 2019 17:49

Prof. Dr. Ece Göztepe: YSK kararları hukuki zeminden yoksun

"Sadece kaybettiğiniz yerdeki belediye seçimlerinin yenilenmesini talep ediyorsanız, inandırıcılıktan hayli uzak bir portre çiziyorsunuz demektir."

Fotoğraf: Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ece Göztepe | Kolaj: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN

Başta İstanbul olmak üzere kaybedilen il ve ilçelerde seçim sonuçlarının tanınmaması; somut kanıtlar gösterilmeyen itirazların YSK’ca kabul edilmesi, buna karşılık muhalefetin itirazların dikkate alınmaması; seçilen KHK’lılara mazbata verilmemesi; Büyükçekmece’de kolluk güçleriyle yapılan seçmen avı; “Bu sandık darbesidir”, “Seçim murdar olmuştur” nitelemeleri...

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na mazbatasının verildiği 17 Nisan günü akşamına kadar yaşanan hukuksuzluk listesi uzun.

Seçim kampanyası boyunca “Büyükşehirleri kaybedersek sistem tartışmaya açılır, beka gider” propagandasını yapan, ‘terörle ilişkili adayların’ kazanması durumunda yeniden kayyım atanacağını ilan eden, bu da olmazsa “çalıştırmayız” ifade edilen her şeyin pratiğe geçirildiği 17 günün dayandırıldığı zemin hukuk.

Zaten bir hayli itibar kaybetmiş olan yargı, adil-güvenli seçim kavramlarına duyulan güvensizliği daha da arttıran AKP, İstanbul’da yeniden seçim yaptırabilecek mi? 18 Nisan itibariyle yeni soru bu.

Evet, iktidar bloğu ve medyasının akıl sınırlarını zorlayan itirazlar silsilesine karşı oluşturulan direncin büyük katkısıyla, Ekrem İmamoğlu artık resmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. Ancak geciktirilmiş mazbatanın verdiği sevinç, YSK’nın iktidar baskısıyla seçimleri yenileyebileceği kanaatini zayıflatmadı.

İktidar bloğunun seçim tanımama tutumunu ve iktidar baskısına boyun eğmekle eleştirilen YSK kararlarını Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ece Göztepe ile konuştuk.

MHP desteği ile haftalarca süren ama iktidar bloğuna oy veren çoğu seçmeni de ikna etmeyen argümanların hukukta karşılığı var mı? YSK’nın, KHK’li seçilmişlere mazbata verilmemesine yönelik HDP itirazını da reddettiği kararın dayanağı ne? YSK kararlarını denetleyen mercii neresi? Tahrip edilen sadece seçim kurumu mu?..

Ece Göztepe yanıtladı.

Genel bir değerlendirme alarak başlayalım. AKP’nin 31 Mart gecesinden başlayarak  ‘sandık darbesi’nden ‘murdar’ ilan etmeye birbirinden ağır ithamlarını ve ‘seçimi kazanana kadar itiraz’ tutumunu nasıl izlediniz?
Seçime darbe denmesi tabii ki çok ironik. Çünkü seçim dediğimiz şey ucu açık bir süreçtir ve eğer her şey usulüne uygun oluyorsa sürprizlerle doludur. Dolayısıyla istemediğiniz bir sonuç çıktığında o seçimi “murdar olmuş seçim”, “darbesel seçim”, “hileli seçim” olarak addetmek sizin demokrasi oyununa rıza göstermediğinizi söyler. Seçimlere duyulan bu güvensizliğin, yapılan hakaretlerin, seçmen iradesine yapılan bu saygısızlığın demokrasinin en temel ve başlangıç momentine bir saygısızlık olduğunu, gazeteci Kemal Can’ın tabiriyle, “örgütlü mızıkçılık” olduğunu söyleyebiliriz.

İktidar tüm itirazlarını hukuk zeminine dayandırdığı için soralım; seçimi yeniletme yolunda yapılanlar hukuku, yargıyı araçsallaştırmayı nereye taşımış oldu?
Bu tabii demokrasi anlayışı yanında hukuk anlayışına yaklaşımla da ilişkili. Hukukçular arasında yüzyılı aşkın süredir pozitivizm, anti-pozitivizm, doğal hukukçuluk gibi tartışmalar yaşanıyor ama galiba biz burada bütün eleştirilere rağmen savunulması gereken pozitivizmin bile altına düştüğümüz bir noktaya geldik. “Yasacılık” diyesim geliyor buna. Çünkü hukuki pozitivizm, belli bazı ilkeler çerçevesinde hukuk normuna bağlılık iken, burada, istediğiniz sonucu elde edebileceğiniz normlar üretme mekanizması haline geliyor. Öyle çarpıcı ki, anayasa değişikliğinde, yasa değişikliklerinde bunların hepsini gördük.

Bizi hukukçu olarak en çok zorlayan şey şu; bir yandan işinizi normlar, genel geçer kabul görmüş yorum yöntemleri çerçevesinde yapmaya çalışıyorsunuz. Ama birileri normları çarpıtıp içeriğini boşaltırken siz hâlâ “Madde 9’la 16’nın ilişkisi”, “O yorum ilkesi çerçevesinde bunun böyle yorumlanamayacağı” gibi çelişkili, paradoksal bir şey yapıyorsunuz.

Hukukçu olarak şöyle bir çaresizliğimiz var: Asli kurucu iktidar -örneğin darbe dönemleri gibi dönemlerde- düzen kurulurken hukukçuları sahne arkasına alır, düzen kurulduktan sonra tekrar sahne önüne çağırır. Ama şu anda asli bir kurucu iktidar hukuki anlamda yok. Siyasi anlamda olup olmadığı tartışılabilir ama benim mesleki olarak bunun dışında bir hareket alanım yok. Dolayısıyla kendimi çok çelişkili bir yerde hissediyorum. Hep bir saldırı altında hissediyorum bir işi yaparken.

17 gün boyunca ‘içtihat’, ‘olağanüstü itiraz’, ‘tam kanunsuzluk’ gibi birçok kavram ve terimle yatıp kalktık ve bu sürüyor. Daha önemlisi yasada yazanla, iktidar sözcüleri ve medyasının çıkardığı anlam/ yorum arasındaki makas, çelişki ve paradoksal durumu daha da pekiştirdi, ne dersiniz?
Evet, kavram kirliliği oluştu. Buna direnmek gerektiğini düşünüyorum. Olabildiği kadar başvuran makamların elini güçlendirecek ve onlara “istediğini yapabilirsin” dedirtebilecek yeni kavramlar üretilmesi söz konusu. Seçilme yeterliliği, kamu hizmetlerinden yasaklılık, olağanüstü itiraz... Yani ortalıkta dolaşan bütün kavramlara baktığımızda hepsinin kanunda bir yeri var, ama itirazların dayandırıldığı kavramlar, türetilmiş kavramlar olmaya çok eğilimli. Mesela tam kanunsuzluk itirazları var ama ilgili yasalarda tam kanunsuzluğun açık tanımı yok, ucu açık bir yorum.

Normların içinin boşaltılması, çarpıtılması yeni bir durum değil. Hatırlatmak için, hukukun, yargının yönetme aracı olarak kullanılmasındaki kritik süreç ne zaman başladı?
Bence her şey 2010 anayasa değişikliği ile başladı. Bunda muhalefetin çok büyük bir sorumluluğu var, savaşı kazanmak için cephe savaşlarını, küçük mücadele alanlarını çok kolay terk ettiler. Örneğin, Mayıs 2016’daki milletvekili dokunulmazlıklarının toplu bir şekilde kaldırılması, CHP’nin “Bu Anayasaya aykırı ama biz seçim sandıklarında hesaplaşacağız” diyerek buna oy vermesi ve ondan sonra başlayan başta HDP olmak üzere CHP’li de birçok milletvekilinin tutuklanması, şu anda hapiste olmaları; sonrasında OHAL kararnameleriyle insanların kamu hizmetinden çıkartılmasının Anayasaya aykırılığının yeterince savunulmaması; Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarına yeterince ses çıkartılmaması... Bütün bunların hepsi bir bütün. Yani küçük ya da büyük hak ihlali olmaz. Hak ihlali vardır ve her bir hak ihlaline karşı mücadele etmek zorunludur.

O yüzden Ekrem İmamoğlu’na mazbatası verilmesi beni çok sevindirdi ama korkuyla karışık bir sevinç hissediyorum. Kötü ruhları çağırmak istemem ama aklımdaki şu: Dünya gündemi çok çabuk değişiyor, biraz hedef saptırma, yani “Sular durulsun, görevine başlasın sonra biz de rahat rahat bu itirazları değerlendiririz ve burada tam kanunsuzluk varmış, yeniden seçim yapılmasını gerektiren koşulları tespit ettik” denilerek 2 Haziran’da tekrar seçim kararı verilmesinden korkuyorum. Bu nedenle sisteme güvensizliğim insanların mutlak sevincine katılamayacak kadar perçinlenmiş durumda.

Bu hissiyatın oluşmasını sağlayan YSK kararlarının hukuki zemini var mı?
Hiçbir hukuki zemini yok. Seçimlerdeki genel uygulamasına baktığımızda YSK hep çelişkili kararlar vermiş ama bu kadar net bir şekilde muhalefetten gelen itirazların reddi, iktidar partisinin yaptığı itirazların neredeyse tamamının kabulünün hiçbir yasal zemini yok. Çelişkili ve hukuki zeminden yoksun kararlar. Ve tabii ki bir yargı organına güveni de zedeleyen kararlar.

YSK’NIN DİLEKÇELERİ KABUL EDİLMESİ BİLE ÇOK BÜYÜK HUKUKA AYKIRILIK OLUŞTURUYOR

Seçim sandığını ‘milli irade’ diyerek her fırsatta yücelten iktidarın, bugün ‘seçim murdar olmuştur’ noktasına gelmesini nasıl değerlendirirsiniz?
Başta da söylediğim gibi, istediği sonuçlar çıktığı sürece seçimleri meşru sayıp, istemediği, beğenmediği sonuçlar çıktığında meşruluğu olmayan bir süreç olarak değerlendirmek aslında temel bir demokrasi anlayışı eksikliği. 2015 sürecini unutmayalım, 7 Haziran’da istenilen sonuç elde edilmediğinde Türkiye tarihinde ilk defa Cumhurbaşkanı (Anayasa’nın 116. Maddesiydi o zaman) hükümet kurma görevini Davutoğlu’na verdi. Davutoğlu hükümet kuramayınca, 500 yıllık parlamenter hükümet sisteminin geleneğine aykırı bir şekilde ikinci bir kişiye hükümet kurma görevini vermedi; 45 günlük bekleme süresini tamamladı ve yeni bir seçim yaptı. Oysa parlamenter gelenek, hükümeti kurmak için potansiyel olarak herkese bu olanağın verilmesiydi, verilmedi. Burada da benzer bir şey yaşadık. “Seçim sonucunu beğenmiyorum bir sonraki seçime kadar elimdeki olanakları formel şekilde sonuna kadar kullanıyorum!” Dolayısıyla, demokrasi oyununu “Ben kazanırsam çok güzel, ben kaybedersem tu kaka” gibi bir ikiliğe düşürmemek gerektiğini düşünüyorum.

Sürecin en tartışmalı başlıklarından birini de ‘olağanüstü itiraz’ oluşturdu. Seçim Kanunu’nda şartları açık şekilde belirtilmesine rağmen AKP olağanüstü itiraz dilekçesini 17 Mart’ta YSK’ya verdi. Aynı gün yine itirazların sonuçlanması beklenmeden Ekrem İmamoğlu’na mazbata verilmemesi talebiyle YSK’ya bir dilekçe daha verildi. Bu nasıl olabildi?
İtiraz sürelerinin hiçbirine uyulmadığı çok açık. YSK’nın, genel bir dilekçe incelemesinde sürelere uyulmaması ve olağanüstü itiraz gerekçelerinin varlığının olmadığı tespitiyle hemen reddetmesi gerekirken, bu dilekçeleri alması bence çok büyük bir hukuka aykırılık oluşturuyor.

NEDEN İDDİA EDİLEN İŞLEMLERİ YAPANLAR HAKKINDA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNULMUYOR?

AKP Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz, itirazlarını sandık kurulları görevlilerinin 19 bininin kamu çalışanı olmaması (bunların FETÖ’cü yakınları olabileceği şüphesi), kısıtlı seçmen, seçmen kütüklerinde usulsüzlük, bazı sandık birleştirme tutanaklarına mühür vurulmaması gibi gerekçelere dayandırdı. Ağırlıkla gözlem, hissiyat, kanaat, duyuma dayandırılan gerekçeleri ve ‘Biz iddia ediyoruz, kanıtlamak zorunda değiliz, YSK araştırsın’ ifadelerini nasıl karşıladınız?
Bir defa Roma hukukundan beri hukukun genel ilkesidir: Herkes iddiasını ispatla yükümlüdür. Dolayısıyla bir şey iddia ediyorsanız bunu ispat etmeniz lazım. İkincisi, bütün bu itirazın konusu olan işlemleri kim yaptı? İçişleri Bakanlığı ve YSK. Diyelim ki bu itirazlar doğru, o zaman buradaki iddialar çerçevesinde seçmen listelerini hazırlayan ilçe, il seçim kurulu ile sandıklardaki görevlendirmeleri yapan İçişleri Bakanı ve ilgili memurları ve YSK’nın bütün yargıçları hakkında görevi ihmal veya görevi kötüye kullanmadan dolayı suç duyurusunda bulunmak gerek, değil mi? Hakimler hakkında da HSK’ya başvurulması gerekir. Yani 19 bin memur olmayan kişiyi bulup sandık kurulu görevlisi yapmak bayağı bir organize suç demektir, o zaman neden cumhuriyet savcılığına bu işlemleri yapmış olanlar hakkında suç duyurusunda bulunulmuyor? Eğer bu, istediği kararları almadığı takdirde bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulunulacağı gibi bir zanna dayanıyorsa, o zaman zaten başka bir sorunlu alana yelken açıyoruz demektir.

SANDIK KURULUNDAN BİRİNİN MEMUR OLMAMASIYLA TAM KANUNSUZLUK OLUŞMAZ

Hangi durumlarda tam kanunsuzluk kararları verilmiş taramasında karşımıza, Erdoğan’ın 2002’de Siirt’ten seçilmesi; milletvekili mazbatalarının iptali gibi konjonktürel kararlar çıkıyor. Bugün, AKP’nin sıraladığı iddialar arasında YSK’nın ‘tam kanunsuzluk oluşmuştur’ diyerek İstanbul’da seçimin yenilenmesi kararını alabileceği dayanaklar mevcut mu?
Tam kanunsuzluk, aslında yok hükmünde olması gereken, yapılan işlemin kurucu unsurlarını ortadan kaldıran hususlar demek. İktidarın gerekçelerinde tam kanunsuzluk halini düşünelim; sandık kurullarında kamu görevlileri var, bir yargıç var ve herkes organize bir şekilde suç işliyor olmalı. Tüm sandık kurullarındaki bütün üyeler koşulları sağlamıyorsa elbette ki tam kanunsuzluk oluşur. Çünkü sandık kurullarından beklenen objektiflik ve karşılıklı denetim mekanizması ortadan kaldırılmış demektir. Ama bir sandık kurulunda sadece birinin devlet memuru olmaması durumunda tam kanunsuzluk olmaz, çünkü sandık kurulunun diğer üyeleri aracılığıyla objektiflik ve denetim sağlanmış olacaktır. O yüzden tam kanunsuzluk oluşmayacağı kanaatindeyim.

Bazı hukukçular, kısıtlı seçmen iddiasının incelenebileceğini söylüyor...
Kısıtlı seçmen sayısı, toplam alınan oy sayısından düşürüldüğünde (oyun kime verildiğini bilemeyeceğiniz için her iki taraf için de) fark ortadan kalkmıyorsa, yani sonuca etki eden bir miktar değilse, o zaman yine seçim sonucunu değiştirmeyecektir. Bir yerdeki fark 15 binken siz “2.5 milyon kısıtlı kişi oy kullanmış” diyorsanız bu elbette ki seçimin iptalini gerektirir. Ama bu 500 kişiyse o zaman (iki taraftan da oyları kestiğinizde) yine seçimin yenilenmesini gerektirecek bir husus olmayacaktır.

‘SONRADAN FİKRİMİZİ DEĞİŞTİRDİK’ DİYEMEZSİNİZ

YSK’nın, seçilen KHK’li belediye başkan ve meclis üyelerinin seçimden sonra mazbatalarının alınması kararının ardından, AKP’li Ali İhsan Yavuz’un “KHK’lilerin oy da kullanmaması gerektiği’ni söylemesi, tepkileri büyüttü. Önce ilk kararı soralım; Nasıl oluyor da önce “aday olabilirsiniz” diyen YSK, seçim sonrasında aday olamazlar diyerek mazbataların, seçilenlerin yarısından az oy alan ikinci adaylara verilmesine karar verebiliyor? Milletvekili olabilen KHK’li neden belediye başkanı olamıyor?
Bu olamaz. 2016-2018 arasında yaşadığımız OHAL, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gördüğü en fazla hukuka aykırılığın yaşandığı, hukukun bütün temel ilkelerinin, gerçekleşmesi, pekişmesi için çabaladığımız hukuk devletinin ihlal edildiği dönemdi. Burada ne yapıldı, Anayasa Mahkemesi’nin 1991-2003 arasındaki, Türkiye’nin en karanlık OHAL dönemlerindeki içtihatlarını ortadan kaldıran ve AYM tarafından da onaylanan bir OHAL kararnamesi rejimi gerçekleştirildi. 32 tane OHAL kararnamesiyle yasama ve yürütme işlevi, bir ve aynı işlemde gerçekleştirildi. Hiçbir yargı kararı olmaksızın kamu hizmetinden ihraç edildi bir sürü insan. Daha sonra OHAL İnceleme Komisyonu yoluyla iç hukuk yolu türetilerek bu işleme karşı başvuru yolu gerçekleştirildi. Bu önemli, çünkü şu anda OHAL kararnamesiyle ihraç edilenlerin başvurabileceği bir hukuk yolu var, bu yol henüz tüketilmedi, hâlâ Anayasa’nın 38. Maddesindeki masumiyet karinesinden yararlanmaktalar. Bu birinci kısmı.

İkincisi, Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun, seçilme yeterliliği için bizi Milletvekili Seçimi Kanununa gönderiyor. Milletvekili Seçimi Kanun’un 11. Maddesi d) bendinde ‘kamu hizmetinden yasaklılar’ diyor. Hukukta bu kavramları doğru kullanmak lazım.

Bu neden önemli?
Günlük dilde “KHK ile kamu görevinden ihraç edilmiştir” dediler ama “kamu hizmetinden yasaklılar” terimi bir ceza hukuku terimidir. Bir mahkeme kararına dayanarak, kesin hükümle kamu hizmetinden yasaklar kastedilmektedir. Yani KHK ile kamu hizmetinden ihraç edilmiş olanlarla, kanunun kastettiği kamu hizmetinden yasaklılar aynı kişi grubu değildir. Eğer bu kişiler bütün iç hukuk yollarını tüketip kesin hükümle artık onların kamu hizmetinden yasaklı olduğu tespit edilirse ve bir ceza alırlarsa, (bu da önemli çünkü bu bir ceza hukuku kavramı, ama birçok kamu hizmetinden ihraç edilenler hakkında hiçbir ceza davası açılmadı, sadece kamu hizmetinde çalışmaları yasaklandı) görevlerine iade edilmedikleri takdirde dahi bu Seçim Kanunu kapsamında bir kamu yasaklılık durumu doğurmaz. Çünkü Seçim Kanunu’ndaki kamu hizmetinden yasaklılık bir ceza yargılaması sonucundaki mahkumiyet kararına bağlı bir sonuçtur. Kavramın yanlış kullanılması bu nedenle önemli.

Bir diğer önemli husus, aday adaylığının kesinleşmesi sürecinde ilçe, il seçim kurumları ve YSK düzeyinde her bir aşamanın itiraz süresi iki gün. Dolayısıyla bütün itiraz süreleri geçirildikten sonra, sonradan ortaya çıkan sebepler (akli melekelerinizi kaybetmek, vatandaşlığın kaybı) olmadıkça, bu kişiler seçildikten sonra “aday olma niteliğiniz yokmuş” demek, bütün seçim hukukunun güvenirliliğini ortadan kaldıran bir durum ortaya çıkarmaktadır.

İlçe seçim kurulu denetleme yetkisine sahip değil deniyor…
Ancak 15. Maddeye göre ilçe seçim kurulunun adaylıkları re’sen inceleme yetkisi var. Yani bir itiraz olmasa da yükümlülükleri bu. Ya da “yanlış belge verildi” deniliyorsa, o zaman mazbatası verilmeyen seçilmişlerin bağlı olduğu ilçe, il seçim kurulundaki bütün görevliler hakkında suç duyurusunda bulunması lazım. Demek ki görevini ihmal etmiş. Ya da inceleme yapmayarak kasten kötüye kullanmış. Dolayısıyla hem itiraz hakkı tanınan, hem re’sen inceleme yükümlülüğü getirilen bir alanda, “biz hem görevimizi yapmadık, hem itirazları da karara bağladık ama sonradan fikrimizi değiştirdik” diyemezsiniz. Seçim gibi demokrasinin en başlangıç noktası olan hususta güvenirliliği ortadan kaldırırsanız, o zaman seçimden vazgeçiyorsunuz demektir.

SEÇMEN İRADESİNE İPOTEK KOYAN BİR EYLEM

Mazbataların oldukça düşük oranlarda oy alan ikinci (ağırlıkla AKP’li) adaylara verilmesine yorumunuz ne?
16. Maddeye göre adaylığı kesinleşmiş ve seçilmiş olan bir kişinin yerine hangi durumda ikinci kişi getirilir sorusunun tek cevabı istifa ve ölüm. Üçüncü bir sebep yok. Mesela adaylığınız kesinleşti ve seçildiniz, tesadüf bu ya, mahkumiyet kararınız ondan sonra verildi. Bu seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran bir mahkumiyetse ya da kamu hizmetinden yasaklılığı da kapsayan bir ceza mahkumiyetiyse o zaman bu söz konusu olabilir. Ama bu da yok. O halde bu tamamen seçmen iradesine ipotek koyan bir eylemdir ve hiçbir demokratik meşruiyeti elbette ki yoktur.

YEREL SEÇİM AİHM PROTOKOLÜ KAPSAMINDA DEĞİL

İkinci adaya mazbatanın verilmesi yerine yeniden seçim yapılsın önerisi getirildi. Ancak bu, hukuksuzluğu kabul eden bir çözüm olamaz mı?
Haklısınız, ben de ikircikli durumlar içinde kanunda olmamasına rağmen başka nasıl bir sistem içi çözüm düşünülebilir diye düşündüm ama tabii kanunda yeri olmayınca bunu da öneremiyorsunuz. Mesela belediye meclisi seçebilir mi diye düşündüm. Seçim yenilenmesin, başkan belediye meclisinde seçilsin ama kanunda bunun yeri yok. Kanunda sonradan gelen ikinci sıradaki adayın atanması için tek koşul istifa ve ölümse ve kanunda sizin böyle bir durumda başka bir organa bunu seçtirme şansınız yoksa o zaman seçimin yenilenmesi tek çare.

Bazı gazeteciler veya akademisyenler diyorlar ki “bu AİHM’den döner!” Hayır dönemez, çünkü AİHM yerel seçimleri Birinci Protokol kapsamında korumuyor. AYM de bu kapsamda görmüyor. Dolayısıyla YSK son karar mercii.

YSK KARARLARI BİREYSEL BAŞVURU KONUSU YAPILABİLİR

YSK’yı denetleyen bir kurum veya aldığı kararla ilgili AYM gibi başka bir üst mahkemeye başvuru hakkı var mı?
YSK’nın düzenlendiği 79. Madde, 1982 Anayasası’ndan bu yana YSK kararlarına karşı başka bir mercide başvurulamaz diyor. Değişik yorumlar var, onlara girmeyeceğim ama ben YSK’nın da bir yargı organı olarak verdiği kesin kararların bireysel başvuru konusu yapılabileceğini, bu anlamda da AYM’ye ve oradan da AİHM’ne gidilebileceğini düşünüyorum. Ama dediğim gibi yerel seçimler AİHM kapsamında değil.

O HALDE TÜM BÜYÜKŞEHİR SEÇİMLERİ YENİLENSİN!

Ali İhsan Yavuz’a göre “seçim sistemimizde bir sorun yok, olan bitenler sistemle ilgili değil, sayım döküm cetvelleri üzerinden bir organizasyon yapılmış ve ilçe seçimlerine değil, büyükşehir oylarına odaklanılmış, bu nedenle sadece büyükşehir seçimlerinin yenilenmeli!”… Çelişki ve tutarsızlıklara yorumunuz ne?
Benim hukukta her zaman savunduğum ve hukukçu olarak da hep izlemeye çalıştığım ilke tutarlılık. Şimdi eğer, ilçelerde sorun yok, büyükşehirde sorun varsa, Türkiye’deki bütün büyükşehir seçimlerinin yenilenmesini talep etmek lazım o halde, değil mi? Sadece iktidarın ya da muhalefetin kazandığı yerlerde değil, eğer böyle bir iddianız varsa bütün Türkiye’deki büyükşehir seçimlerinin yenilenmesi talebiyle geleceksiniz. Sadece kaybettiğiniz yerdeki belediye seçimlerini talep ediyorsanız, inandırıcılıktan hayli uzak bir portre çiziyorsunuz demektir.

İstanbul seçimi 2 Haziran’da tekrarlanırsa, aynı YSK ile seçim nasıl yapılacak? Nasıl güveneceğiz?
Bunun cevabını itirazı yapanlar vereceklerdir diye düşünüyorum!

YAKINMA TEMAS ET, YAKINMA YAP!

Genel kanı, Türkiye’de iyi kötü işleyen tek kurum olan seçim kurumunun da ortadan kalktığı yönünde. Sonucu tanımama, darbe, hile, usulsüzlük iddiaları seçim kurumuna güven konusunda verdiği ağır hasarla ilgili sizin gözlemleriniz ne?
Umudum insanların seçime olan inancının toptan ortan kalkmaması. Çünkü başka bir aracımız yok. Belki boş bir umut olarak görebilirsiniz ama söylemi değiştirmek gerekiyor. Bunu Muharrem İnce’nin, Selahattin Demirtaş’ın ve Ekrem İmamoğlu’nun adaylığında gördük. Kutuplaştırma dilini değiştirebilecek, demokrasinin beraber yaşama iradesi olduğunu hatırlatacak bir şey lazım. Karşımızdakini yok etme arzusuyla yapılabilecek bir şey değil demokrasi. Beraber yaşama gücü olan ve benim sıram, sen sıranı bekle diyebilecek bir eşitlik arayışı aslında. Bu eşitlik arayışını ancak kutuplaştırmayan siyasetçilerden feyz alarak yeniden sisteme güveni tesis edebileceğimizi düşünüyorum. Ekrem İmamoğlu’nun söylediği bazı şeyler küçük gelebilir bazı insanlara ama bana çok değerli geliyor, belki de standardımız o kadar düştü ki hani en basit, en kabul gören şeylere bakıp, “A, ne kadar değişik şeyler söylüyor” diyoruz. İster sosyalist, ister muhafazakâr olsun, hangi etnik, dinsel kimlikten yola çıkarsanız çıkın eşitlik ve beraber yaşama iradesinin yeniden tesis edilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Biz sürekli hep büyük oyunu düşünmekten yüz yüze gelme pratiğini kaybettik. Yüz yüzeliğin talep ettiği zamanı vermekten çekinir olduk ama daha çok yakınır olduk. Ben diyorum ki, yakınma, yap! Yakınma, temas et, yakınma sokağa çık!

ÖNCEKİ HABER

Bağlar’da yurttaşlardan mazbata tepkisi

SONRAKİ HABER

Engelli öğrencilerden yaşanabilir dünya, temiz çevre etkinlikleri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...