Nice dostlarım var benim, hiç umutsuzluğa kapılmadılar; “yenildiklikleri, zamanın değiştiği, artık vazgeçmeleri gerektiği” onlara söylendiğinde, beyaz yelkenli gemiden hiç umut kesmediklerini, kötülüğü Pandora’nın kutusuna sonsuza kadar kapatacaklarını, savaşmaktan vazgeçmemek gerektiğini genç arkadaşlarına usul usul anlatırlardı. Çokları zamanlarını tüketip gittiler.

Pandora’nın Kutusu’ndan çıkan tüy

Atinalılar Girit’te Daidelos’un labirentine hapsedilmiş boğa başlı, insan bedenli canavar Minotauros’a her 9 yılda bir 7 genç kızla 7 delikanlıyı kurban olarak göndermek zorundaymışlar. Labirente girmek, Minotauros’u öldürmek ve labirentten çıkmak zor, hatta imkânsızmış neredeyse.

Kral Aigeos’un oğlu Theseus, kara yelkenli bir gemiyle 7 genç kız ve 7 delikanlıyı yanına alarak kaderi, yani gerçeği değiştirmek için yola çıkmış. Dönüşte, eğer dönerse, beyaz yelkenler takacakmış. Minotauros’u öldürmüş kahraman Theseus. Ama dönerken beyaz yelken takmayı unutmuş işte nasıl olduysa. Kral Aigeos da üzüntüden kendini uçurumdan aşağı, azgın denize bırakıvermiş. Platon’un anlattığına göre, tören her yıl yinelenir, kara yelkenli gemi, genç kızlar ve genç delikanlılarla birlikte Girit’e gidip beyaz yelkenle döner, arada geçen zaman içinde de hiç kimse öldürülmezmiş.

Beyaz yelkenliyi beklerken, harcanmaya pek eğilimli olan zamanı boşa geçirmemek, yararlı şeylerden söz etmek, geride kalacak olanlara direnç aşılamak yerinde olur dermiş bilge Atinalılar. Eski tüfeklerin, ak saçlıların tükenmez heyecanının bende böyle izler bırakmasının nedeni işte buydu. Kimi zaman yaşadığımız hayatın tehlikelerinden konuşur, ufkumuzu karartanlarla nasıl savaşacağımızı tartışırken, koyu söyleşilerin içinde kendimizi yitirirdik. Gerçekte yaptığımız iş, Daidelos’un labirentinde kendisine gönderilecek kurbanları bekleyen boğa başlı, insan bedenli Minotauros’la savaşmak olduğunu da hiç unutmadık.

Minotauros’u tanıdınız mı?

GENÇ KIZLARI, DELİKANLILARI YİYEN ODUR

12 Eylül’dür. Kanlı Pazar’dır, 1979’un 1 Mayısı’nda Taksim Meydanı’dır, kadını köleleştiren, uygarlığa diş bileyen yobazdır, kendi özgürlüğünü toplumun teslimiyetinde bulan kullanışlı liberaldir, bir salı sabaha karşı Irak’a dişlerini geçiren Bush’tur. Şimdi elimizde örnek olsun diye Beyaz Saray’daki son günlerinde parlamento basan Trump var, ondan sonra sarsılmış düzeni kurtarmak için Biden işe girişecek. Bizi dişleri dökülmüş dünya jandarmasının yenilmez olduğuna inandırmak için neler planlıyorlardır kimbilir.

Atinalı yargıçlar, uzun savunmasını dinledikten sonra Sokrates’i ölüme mahkûm etmişler ama infaz için bir süre işte bu nedenle sabretmek zorunda kalmışlar. Bedenin ölümüne inanan, ruhun ölümüne inanmayan Sokrates’e zehri içirmek için de beyaz yelkenlinin limana yanaşmasını beklemişler. Nasılsa o dokuz yıllık periyotlardan birine rasgelmiş işte. Konuşmadan duramayan diyalogcu Sokrates “Ah vah etmeyi bırakın da şu son dakikaları değerlendirelim, sohbet edelim” demiş. Sonra zaman tükenmiş. Zaman, paradokslarla, çelişkilerle dolu gizemli bir hayat dersidir. Ölümü yenen genç kızlar ve erkekler, çağlarının Theseus’uyla birlikte gemiden inmişler. “Geldi mi gemi?” diye sormuş Sokrates, sonra da Kriton’aAsklepios’a bir horoz borcum var, ödemeyi sakın unutma” demiş.

Baldıran zehrini içmiş, bedenini orada bırakıp gitmiş sonra.

Gençleri yoldan çıkarmak tanrıların aleyhine konuşmak, tartışmada hiç yenilmeyen bilge olmak gibi suçlardan üstelik yakın arkadaşlarından birinin, Aristophenes’in yalancı tanıklığıyla mahkûm etmişler Sokrates’i. Bana sorarsanız, tanrıların haberi bile yoktu. Vurdumduymaz insanlara benziyordu o tanrılar. O zamanlarda insanlar tanrılara tanrılar da insanlara muhtaçtılar. Ama insanların umutlarını çoğaltmak için gereksindikleri tanrılar her zaman umdukları gibi çıkmadı. Onlar da onları iyiler kötüler diye ayırmayı, onlara kafa tutabilecek yarı tanrıları, tanrı gibi kahramanları, iyi yürekli güzel tanrıçaları, ölümün yeraltında oturan tanrısı Hades’e boyun eğmeyen Orpheus’u, daha nicelerini yaratmayı, onların hikâyelerini söylemeyi denediler.

Pandora’nın hikâyesi de işte o hikâyelerden birisidir.

O KUTUYU AÇMA EPİMETHEUS!

O yılların tanrıları, hangi yıllar olduğunu bilmiyorum işin doğrusu, bana öyle geliyor ki bütün zamanların tanrılarıdır; şimdi artık kimse yüzlerine bakmıyorsa, zamanımızın piyasada, borsada mekân tutmuş acımasız tanrılarının ateşe, suya, gökyüzüne o eski tanrılardan daha fazla söz geçiriyor olmasındandır. Yeryüzünün canına okuduktan sonra gökyüzünü çöplüğe çeviren bu yeni tanrılar, Ay’da, Mars’ta, Venüs’te arsa çevirmeye, satışlara başladılar bile. Olimpos’taki tahtında oturan Zeus ise arada bir celallenir, yıldırımlarıyla insanları korkuturdu. Aslında yalnızca erkeklerden oluşan cemaatinden çok memnundu. Sessiz, sakin, ateşsiz, ışıksız, isyansızdılar çünkü.

Sonra bir gün Prometheus ateşi buldu. İnsanlar da ateşle birlikte gerçeği gördüler. En büyük tanrı Zeus da öfkelendi Prometheus’u bir kayalığa çiviledi. Erkekler isyan etmesinler diye de, -ne aptalca bir fikir - aşkı, insanı- kadını yaratmaya karar verdi. Üvey oğlu topal demirci tanrı Hephaistos tanrıçalara benzeyen bir kadın yaptı. Başta Athena öteki tanrıçalar, pek beğendikleri, kıskançlıkla seyrettikleri bu güzel kadının çeyiz sandığına kendilerinde bulunan bütün iyi, kötü özellikleri bir bir koydular. Zeus, uzun uzun seyrettikten, düşündükten sonra, “bütün tanrıların ortak armağanı” anlamına gelen Pandora adını verdi insan-kadına. Eline de çeyiz sandığını tutuşturup dünyaya yolladı. Pandora, güzelliğine hemen vurulan Prometheus’un kardeşi Epimetheus’la evlendi. Zeus’un tuzağını sezen Prometheus, kardeşine “Sakın o kutuya dokunma, açma o kutuyu” diye sık sıkı tembih etti.

Ya meraktan ya unutkanlıktan, -gençlikte merak kötü sonuçlar doğurabilir, yaşlılıkta da unutkanlık- kutuyu açıvermiş Epimetheus. Prometheus’un uyarısı aklına gelince de hemen kapatmış ama geçmiş olsun; kötülükler dünyaya bir nefeslik bir zamanda yayılıvermiş. İyi yürekli Pandora “Şimdi artık insanlar her türlü kötülüğü benim cinsimden bilecekler” diye öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki günlerce gözyaşı dökmüş. Hâlâ ağladığı söylenir. İnanıyorum, inanmak ne kelime, görüyorum nereye baksam o güzel kadının gözyaşlarını...

Ama ben kutuyu Epimetheus’un açtığından kuşkuluyum. Başka birileri, kötülükle var olabilen birileri açmışlardır Pandora’nın kutusunu. Onlara “Açmayın o kutuyu, ortalığa saçılacak kötülüklerle baş edemezsiniz, hayatınız kararır” diyenleri de eminim dine imana karşı gelmekle, tanrılara isyan etmekle suçlamışlardır. Tanrıların bahşettiği zincirli “özgürlüğe” liberalizm dediklerinden, işten, ekmekten bağımsız bu tuhaf özgürlüğün pazarlığını kendi tanrılarıyla yaparken, ateşi, hakkı, hukuku isteyenlere, “Eskimiş, yıkılmış bir dünyanın heveslerinde ısrar eden Prometheus kafalı dinozorlar” demişlerdir.

Zavallı Pandora bütün kabahatin kendisine yükleneceğini biliyordu.

Hiç suçu yoktu oysa. Artık boşaldığını düşündüğü kutuyu açtı. Dipte bir yerlerde küçücük, mini minnacık, tüy gibi bir şey kalmıştı: Umut. Eline aldı, sıcacık nefesiyle insanlara doğru üfledi umudu...

***

Nice dostlarım var benim, hiç umutsuzluğa kapılmadılar; “yenildiklikleri, zamanın değiştiği, artık vazgeçmeleri gerektiği” onlara söylendiğinde, beyaz yelkenli gemiden hiç umut kesmediklerini, kötülüğü Pandora’nın kutusuna sonsuza kadar kapatacaklarını, savaşmaktan vazgeçmemek gerektiğini genç arkadaşlarına usul usul anlatırlardı. Çokları zamanlarını tüketip gittiler.

Onlardan öğrendiğim masalları umudunu yitirmişlere değil, o eski kahramanların çocuklarına anlatıyorum işte bu yüzden ben de burada...