Evet, “Burası Yemen’dir” yanık türküsünü, sanatçı olma şartına bağlı kalınmadan, bilmeyenimiz, yeri geldikçe söylemeyenimiz, mırıldanmayanımız hemen hemen yok gibi..
Ama artık, Yemen çoktaandır “burası” olmaktan çıkmış, “orası” olmuştur.
O zamanlar o canhıraş şartlarda Yemen’le bağını gevşetmeyen ceddimize bir bakalım, bir de bugünkü sözüm ona medeniyetin sağladığı göz kamaştırıcı imkânlara rağmen; İslâm ülkelerinin, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık haline bakalım. Sonra da neden o zaman öyle bu zaman böyle olduğunu acı acı düşünelim. Akla gelen ilk sebebi de arz edeyim. Çünkü medeniyetin nimetleri, çağın teknolojik vasıtaları; şer kuvvetlerinin, fesad şebekelerinin elinde kendi menhus menfaatlerine ve insanlığın aleyhine istimal edilirken, insanlığın kurtuluşuna memur edilen Müslümanlar ise medeniyet nimetlerini insanlığın kurtuluşu yönünde kullanma gayretine sarılmak yerine, hâlâ utanmadan birbirleriyle uğraşmaya devam ediyorlar.
**
Yemen; Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Yemen’in bir tarafı çöl, bir tarafı denizdir, ama çoğu bölgeler dağlıktır. Bu dağlar, ülkemizdeki dağlara nazaran çok daha büyüktür. En küçüğünün yüksekliği üç bin metreden başlar. İklim şartları çok zor olan bu bölgede Osmanlı tam dört asır hüküm sürmüştür.
Orada sükûneti sağlamak ve zaman zaman çıkan isyanları bastırmak için her yıl Anadolu’dan binlerce asker oraya gönderilmiştir. Oraya giden asker, ölüme gider gibi bir daha dönmemek üzere helâlleşerek giderdi. Giden askerlerin oradan bir daha dönmemelerinin sebepleri arasında anî iklim değişiklikleri başta gelirdi.
Trabzon’dan kalkan büyük yolcu gemileriyle önce İstanbul’a, oradan İzmir’e sonra Hatay’a varılırdı. Her bir limanda yüzlerce asker alıp yola devam eden gemiler Mısır’a gelince askerler orada inerler, bugünkü Süveyş kanalının olduğu yerden yaya veya atlı olarak Kızıldeniz’e kadar devam ederlerdi. Orada tekrar gemiye binip Yemen’in Hudeyde limanında inerlerdi. Mısır kuraklığından sonra Kızıldeniz havası, Yemen kıyısının rutubet ve neminden oldukça etkilenirlerdi. Ulaşacakları Yemen Dağlarına giderken iklim sıkıntıları bunlarla bitmezdi. Gündüzleri elli derece olan Yemen Çöllerinde geceleri dondurucu bir ayaz olunca askerlerin ölümleri yavaş yavaş başlardı. Çölden kurtulabilen askerler, üç bin metre yüksekliğindeki dağlara tırmanınca, değişen hava sıcaklıkları, rüzgâr hızı, oksijen miktarı ve benzeri faktörlerden dolayı askerlerin bir çoğu da oralarda ruhlarını teslim ederlerdi.
Yemen’in yerlileri, farklı iklimlerin hüküm sürdüğü farklı yerlerde sürekli kala kala, bulundukları yerlerin iklimine de alışmışlardı. Ama Osmanlı askerleri hareket halinde oldukları için, aniden değişen farklı iklimlerin etkisine maruz kalıyorlar ve birine alışamadan, öbürüyle karşı karşıya kalıyorlardı. Bir de bu halleriyle maksut mahallerine varıp istirahat mı edeceklerdi? Elbette ki hayır. İsyanları bastırmak, asayişi sağlamak ve yerli halkların huzurunu temin etmek gibi bir vazife de onların omuzlarında idi.
Arkalarında hasretlerini çeken, binde bir ihtimalle de olsa yollarını gözleyen sevdiklerine de duâ ve yakarışla beraber, yanık ağıtlar, yürek yakan türküler düşüyordu.
Bunlardan biri ve belki de en birincisi Yemen Türküsü’dür.
Ve bugün Yemen insanlığın gözü önünde can çekişiyor.
Birleşmiş Milletler, 10 Aralık 1948’de Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni yayınlamıştı. 1950’den bu yana her 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
Bu yıl dünya, Yemen’deki kan ve gözyaşıyla, Yemen’in canhıraş feryatlarıyla, Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutladı. (!)