Önemsiz günler ve haftalar

FAZLALIK HAFTASI

Her şey çok, her şey fazla değil mi? Yoksa az mı geliyor size? Ne kadar az meyve var memlekette, dünyada daha çok var deyip ağzınız mı sulanıyor? Sebzelere ne demeli, kabak, biber, patlıcan, patates, pırasa, Allah aşkına, insan bazen ne pişireceğini ne yedireceğini mi şaşırıyor yoksa? Dünyada ne egzotik meyveler, ne değişik sebzeler var oysa, değil mi? Hem öyle hem değil! Öyle de sen de yetinmeyi bil! Bak kaç aydır bırak dünya nimetlerini, kapının önüne çıkamıyorsun çoğu gün, çıkınca da maraton koşusundaymış gibi marketlere koşturuyorsun, adeta bir yarışma programında gibisin. Gibisi fazla! Aslında tam da hayal ettiğin yerdesin işte! Yarışıyorsun, başkaları almadan sen almak istiyorsun, kapışıyorsunuz! O kalmıyor bu kalmıyor, ne olacak, ben de kabak çekirdeği bulamadım! Ne oldu peki, çok iyi geldi bu bana, ne yaptım bulamayınca peki, oturup bu yazıyı düşledim, düşündüm.

Sonra da senli-benli yazmaya başladım. Tamam, sosyal mesafeye dikkat ederek senli-benli olmamızda hiçbir sakınca yok bence. Ya sence? İyi öyleyse, konuşmayı sürdürelim. Tamam sen yazmıyorsun, ama okuyorsun, ki yazmaktan daha şahanedir, okumak yazmaktır, izliyorsun, dinliyorsun, her neyse.

İyi. Çok iyi hem de. Üretmek gibi var mı, bunların hepsi de üretmeye sayılır, üretici okumadan üretici izlemeye dek… Neyse. Önemsiz Günler ve Haftalardan biri olarak önerdiğimiz Fazlalık Haftasının ‘önem ve anlamı’ndan uzaklaşmayalım. Dememiz şudur: Fazlalıktan kurtulmak kişiyi ekşitmez, çoğaltır. Her anlamda fazlalık söz konusu burada zira. Fazla söylemekten fazla susmaya, fazla yemekten fazla boyun eğmeye, fazla giysiden fazla bilgiye, fazla eşyadan fazla müdahaleye her şey çok ama çok fazla. Bir insanın aklıyla, bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, istese de taşıyamayacağı, altından kalkamayacağı fazlalıklar bunlar. ‘Gösteri Toplumu’ndaki kimi seyirlikleri düşünsenize! AVM’lerdeki göstere göstere evlilik tekliflerinden gökyüzüne yazı yazmaya, billboardlar kiralayıp ‘seni seviyorum’ yazmaya dek, medyaya ilginç gelen, sunum malzemesi olan pek çok fazlalık var. Bir tür emrivaki, zorlamaya dayalı bir etkinlik. İnsanın kamusal varlık olmasından da kişisel varlık olmasından da başka bir şey. Seyirlik Varlık. Fazla Varlık. Tıpkı insanın varlığını fazla duyumsayarak kendinden bir fazla-ben(lik) yaratması ve sürekli olarak kendine, sonra da kendi üstüne tırmanmaya çalışması gibi. Ne tutkuyla hatta ne de hırsla açıklanabilir bir şey, ‘dünya bozulması’na uğramış insanın aşırı-ben haline gelmesi. İlaçlarla, katkı maddeleriyle vücut yapmaya çalışan, yapan ama kısa süre sonra da adeta patlayarak sönen kimi talihsizler ya da kurbanlar gibi. Aşırı-ben de patlar, patlarken de cismi kadar yer yakar, yani kendini yakar.

Fazlalık, farklılık gibi konumlandırılıyor, pazarlanıyor şimdi. Az olacağına, fazla olsun! Azın çaresi bulunmaz, çoğun çaresi bulunur! Sakla zamanı diyeceğimize sakla samanı demişiz, elbette azı aza katmaktan değil, azı çoğa katmaktan söz ederiz. Fazlalık, fazla-ben, fazla bencillik oysa. Fazla düşüncesizlik, fazla duyarsızlık, fazla güven, fazla-öz. Şarkının “İçim ürperiyor ya evde yoksan!” dediği gibi, ya evde bir şeyimiz eksikse, yoksa diye ödümüz kopuyor. Sözüm ona, yaşamı, ev işlerini, vs. kolaylaştırmak için yapılan her şey, tam tersine, hem bizi fazla beceriksiz yapıyor hem el becerilerimizi yok ediyor, zayıflatıyor, hem de düşünmemize, çözüm üretmemize, yaratmamıza izin vermiyor. Nasılsa bizim yerimize birileri uğraşmış, yapmış, sunmuş, öyleyse bize de bunu alıp, eve, işe, götürmemiz ve rahatça kullanmaya başlamak düşüyor. Dünya ve onun evleri böyle fazla fazla fazlalıklarla doluysa ve her fazlalık yeni bir eksiklik yaratıyorsa, o zaman bambaşka bir fazlalık daha beliriyor. İnsanlar birbirlerine fazlalık olarak görünmeye başlıyor. Faşizmin başladığı noktalardan biri. Eşyalara yer açmak için, insanlara yol vermek. Cemil Meriç’in sözünü hatırlayalım: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.” Kaosu, fazlalık diye de okuyabiliriz. Aldığımızın yarısını alalım, yediğimizin yarısını yiyelim, tükettiğimizin yarısını tüketelim. Neyimiz eksilir? Fazlalıklarımız. Eksilsin. Biz çoğalırız. İyiliğimiz, merhametimiz, sevgimiz, yakınlığımız çoğalır. Eksiltmek çoğalmaktır. (Biri diyor ki, ‘Peki sende fazlalık yok mu?’, var, olmaz olur mu, var tabii, niye yana yakıla yazdım sanıyorsunuz bu mevzuyu, beni de bu ‘fazla yazı’ yazmak öldürecek! Az yazmam gerek, az yazmam, az…)

YERLİ MALLAR HAFTASI

“-Abi bunlar yerli mi?” İnsanın böyle bir soruya yersiz yanıtlar vereceği zamanlardayız. Fakat birden bu sorunun da yanıtının da o kadar da yersiz olmayacağı geliyor insanın aklına. “Yerli kardeşim, yerli, bu malların hepsi yerli’” diyorsunuz! “-Öyleyse almayayım abi!” diyor, size de “-Alma tabii, alınacak şeyler değil zaten, niye alıyorlar bilmem!” demek kalıyor. Sahi niye alıyorlar? Bunun yanıtı verilemediği için işte, yerli malı haftası ya da yerli mallar haftası, ürün ve mallarda değişim dönüşüm yaşayarak sürüp gidiyor. Çocukluğumuzda vardı. Eskişehir’de Sümerbank Mağazası’ndan ayakkabı, paltoluk kumaş, gömlek alınır, Basma fabrikasında tiril tiril yazlık kumaşlar üretilir, Şeker Fabrikası’ndan alınan mis gibi pancar şekeriyle, düğünde bayramda, saflık göstergesi Kamber amcamın şendilli eşi Elif yengem ev baklavası açar, yerli yerli yer, milli milli içer, bayram ederdik! Milli içeceğimizin rakı olduğu günlerdi. “Ne günlerdi ah o günler/ Şimdi yabancı gibiler…” Yerli sayılanlar yabancı oldu, gerisini söyleyemeyeceğim …Söylemez olur muyum, elbette söyleyeceğim! “Biz eskiden yeni çocuklardık/şimdi eski çocuklarız” diyen Ergin Günçe de sevinir diye elbet. Evet, Truman Doktrini uyarınca Marshall Planı kapsamında okullarda dağıtılan tereyağlarını yemez, süttozunu sulandırıp içmezdik! Bir, mandıralar vardı her sokağın başında, iki, süte su katmaz, mevzuyu sulandırmazdık! Belki her şey bol değildi, ekmek az horanta kalabalıktı, ama Sakar Deresi’nden gelen domatesler, kirazlar, şeftaliler, şimdi oturup ağlayacağım kadar güzeldi, kırmızıydı, lezzetliydi. Sakarya Nehri Eskişehir’den Sakar Deresi olarak geçer. Azın yettiği, çünkü paylaşıldığı zamanlardan söz ediyorum. Önce Ekmekler Bozuldu(1946) zamanlarından önce. Oktay Akbal’ın ilk öykü kitabıdır, adından, duygusundan başlayarak unutulmaz bir kitaptır. Okuduk ama bilemedik, önce ekmekler bozulursa, sonra her şey bozulurmuş! Ekmeğin bozulduğu yerde, insan, hayat, memleket, ahbaplık zaten bozulurmuş! Direnirdik, bazılarına pek nostaljik, pek cumhuriyetçi gelecek, ayrıca gelsin de, ama çocukluğumuzu da köpürten gazozlar içerdik, sanki çileği, eriği, elmayı, kayısıyı, kirazı cumhuriyet yaratmış gibi, yanlarında durur, sevinçle poz verirdik. Cumhuriyet pozu. Keşke daha çok poz verseymişiz! Önce ekmekler bozulmakla kalmadı, sonra da cumhuriyet bozuldu, elma, karpuz, domates bozuldu, ne tadı kaldı ne tuzu, yerli mallar yersiz oldu. Yok mal değil, ürün diyelim şuna, zira yeni mallarla karışıyor, yeni ve yerli mallarla! Gerçi özlemin de eski tadı yok, tabiatın da! Ne ekersen onu biçersin denildiği gibi, öfke, nefret, karanlık, sömürü, baskı, doyumsuzluk ekildiği için, topraktan da onun ürünleri geliyor: Bozuk patatesler, yaralı biberler, özünü yitirmiş domatesler, obez çilekler, kabak karpuzlar, içigeçmiş elmalar, özüçürük armutlar… Daha nasıl övsem bilmiyorum! Şimdi Yerli Mallar Haftası yapılsa, bunlar sergilenir! Eh onların başında da mallar beklesin! Yerlisi gitti mallar kaldı geriye! Hem de ne mallar, sızma zeytinyağının, süzme balların yerini süzme mallar aldı, bana da ağzımı bozup böyle argo argo yazmak kaldı! Belki de böyle bir haftanın hiç gereği yoktur, “Yerli malı Türk’ün malı/Her Türk onu kullanmalı!” şarkısı şimdi sadece güldürür milleti! Öyle ya memleket yerli mallarla ağzına kadar, tıka basa doluysa, ne yerlisi ne malı ne haftası değil mi? Geri alıyorum bu fikrimi, kutlamayalım, fakat bir kere yazmış bulundum, bari okuyalım!

YOK YOK!

Ya maskeler karışırsa
Ya evde unutursam yüzümü
Ya tam da dilinden yırtılırsa
ben maskesiz yaşayamam yok yok!

Alnıma bakan anılarımı görse
dilim çözülüp her şeyi dese
düşlerim ortaya dökülse
ben maskesiz yaşayamam yok yok!

Nefes nefese gelse
göz göze nazar değse
duygularım diz çökse
ben maskesiz yaşayamam yok yok!
Ayşe Ardıç Görücü