MÖ 1. yüzyılda yazdığı ‘De Ira’ (Öfke Üzerine) adlı eserinde filozof Seneca öfkenin geçici bir delilik olduğundan bahseder ve haklı olduğumuzda bile asla öfke temelli hareket etmememiz gerektiğini söyler. Doğrudur, ancak öfke değildir asıl mesele, sorgulanması gereken saldırgan bir davranış biçimidir; öfke belirli koşullara karşı tepki olarak pozitif bir davranış da olabilir. Üstelik serinkanlı biçimde yönetilebilirse, eyleme geçmek için motive edici bir güç de olabilir.

Bu haftaki yazıma henüz bu şekilde başlamışken değerli dostum Rahmi Elhan’dan uzun zamandır izlemek istediğim ve kendisinin de rol aldığı, İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “On İki Öfkeli Adam” oyununa davet aldım.

Reginald Rose’un yazdığı, Arif Akkaya’nın yönettiği oyun; farklı sosyal sınıf ve kimliklerden oluşan on iki jüri üyesi üzerinden adalet kavramını sorgulasa da hem sosyopolitik yaşam koşulları üzerinden hem de adaletsizliğe karşı bir tepki olarak ‘öfke’yi yeniden irdelememe bana olanak sağladı.

Adaletsizlik ve eşitsizliğin yerleşmiş olduğu, ırkçı, cinsiyetçi, ayrımcı, sömürgeci sistemin ezdiği, emeğini ve bedeni sömürdüğü toplumlardan birinin de göçmenler olduğunu biliyoruz.

Oyunda; ‘On İki Öfkeli Adam’ -jüri olarak- 19 yaşında genç bir göçmenin elektrikli sandalyede idam kararını tartışacak ve oylayacaklardır. Genç göçmen babasını bıçaklayıp öldürmekle suçlanmaktadır. Yaşadığı topluma yabancılaşmış, yalnızca kendi hayatını ve tercihlerini önemseyen birey örneği olarak sahnede izlediğimiz jüri üyeleri için göçmenleri suçlamak, ayrımcılık yapmak zor değildir. Göçmenler bazı jüri üyelerine göre haydut, aşağılık it sürüleri ve serserilerdir. Hatta 19 yaşındaki genç yaşadığı ülkenin dilini bile öğrenmemiş olmakla da suçlanır. Ancak toplantının başında 8. Jüri üyesi, cinayetin işlenmesiyle ilgili kuşkuları olduğunu söyler ve diğer üyelerden tepki alır. Yükselen ivmeyle başlayan tartışmalarda gencin üzerinden getto halkına bazen de zaten bazı jüri üyelerine göre suç yuvası olan gettolardan gence dönen, jürinin nefret sözleri havada uçuşur.

Oyunu izlemenizi öneriyorum ve yazımın başında Seneca’nın öfkenin kontrol edilmesini sağlık verdiği tezi ile eyleme geçmek için motive edici bir güç olarak öfkeye dönmek istiyorum.

Uzun süren baskı rejimi toplumun bir kesiminde öfke yaratmadı değil. İyiye gittiğimiz söylenemez, toplumsal bir çöküş var ve genzi yakan siyanür kokulu bir hava… Bir baba iki çocuğuyla beraber siyanürle intihar ediyor, benzerleri ardı sıra…

Ama öfkede değil mesele, saldırganlığın biçiminde ve bu saldırganlığın nedenlerinin irdelenmemesinde, öfkenin doğru yönlenemeyişinde. Topluma, insana ve nihayetinde kendine yabancılaşmada. Çıkarlara yaslanmada. ‘On İki Öfkeli Adam’ bunu anlatır. Tüm oyuncuları, rejiyi kutluyorum. Ayrıca Serdar Orçin’in performansı izlenmeye değer.

Yusuf Hatay’ın ‘Öfke’ başlıklı yazısından okudum, paylaşıyorum: “Bir insanın saldırganlaşmasına, bir başkasına ya da kendisine zarar vermesine, etrafındaki nesneleri atmasına, parçalanmasına neden olan sürecin temelinde öfke olduğunu düşünmek bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Öfkenin de içinde olduğu ve daha birçok duygunun tetiklendiği ve karmaşık bir ruh halinin oluşmasına ve tüm bu sürecin sonunda ani parlamalarla bir dizi eylemlilik halini sadece öfkeye dayandırmak, kendimizi ve dolayısıyla duygularımızı tanımak konusunda bizi büyük bir hataya sürükler. Öfkenin (ve korkunun) kötü bir duygu olduğuna hükmederek kolay ve yanıltıcı bir yolu seçmekle ancak kendimize yabancılaşırız.”

Tam tersi öfkelenmemek bir eksikliktir. Bir duygu olarak öfkenin neden ve kime olduğunu bilmemiz gerekir. Diktatörlük altında yaşayan insanlar özgürlüklerini geri kazanmak istiyorlarsa içlerindeki öfkeyi totaliter rejimlere doğru çevirmesi gerekmekte.

“Öfke ve nefret kısa bir süre iç bağımsızlığımızı muhafaza etmekte yardımcı olurlar, ama bu duygular özgürlüğü ve kişilik onurunu yeniden oluşturmak için kullanılmazsa en sonunda bireyi mahveder.”