Sahip çıkmak…
                Geçmişe, düne, bugüne, geleceği besleyen ümit pınarlarına sahip çıkmak…
Yüreklerimizin iç burkuntusu ile çırpınışına, her çırpıntıdaki ah-ı efgana…
Gözyaşları ile yeşertilen sevdamıza; hiç gücenmeden, yüksünmeden, karşılık beklemeden sahip çıkmak…
Çığlığın ardından yükselen yeni çığlıklarla kulakları çınlatarak, gönülleri kora çevire çevire bugünlere ulaşan kutlu sevdaya hizmetkar olmak…
Bakmadan sağa sola, aldırmadan fitne odaklarına, büyük bir aşk ile düşüp yollara haykırmak habersiz sinelere yüce sevdanın adını…
Vatan çiçeğini kanı ile sulayan, açan her tomurcuk ile iman tazeleyenlerin mücadelesine layık olabilmek…
Niye bu yürek iniltisi? Geçenlerde okuduğum bir hakikatin içimin ahına dönüşmesinden…
Paylaşmak istedim o şuuru memleketin içinde bulunduğu ahvale cevap olsun diye:
                “1973...
“Yüreği, fikri, bileği güçlü on binlerce gence sahip ülkücü harekette cep delik cepken delikti.
Yusuf İmamoğlu İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin önünde bir sabah pusu kurularak şehit edilmişti….
Cebinden çıkan bütün parası sadece 35 kuruştu…
Otopsi raporunda iki gündür bir şey yemediği, midesinin boş olduğu yazılıydı. Şehit olduğu gün de bir simit alacak parası olmadığı için, okuluna aç gidiyordu.
Gerçek ülkücülerin “parayla” arası ne zaman iyi oldu ki?
Bu iman dolu mücadeleyi sürdürebilmek, nesle ışık olabilmek için paraya ihtiyaç vardı.
 İşte o sırada bir ses yükseldi ocaktan:
“ Kanlarımızı satacağız.”
 “Kızılay’la görüşelim.”
Onlar ne ihale komisyonculuğunu, ne kara para mafyacılığını, ne haraççılığı ne de temsil ettikleri güçlü makamların üzerinden maddi çıkar sağlamayı düşünemezlerdi.
Çünkü iman ettikleri davaları böyle kirli düşünceleri akıllarından bile geçirmelerine izin vermezdi.
Güçleri ancak kanlarına yetiyordu….
Bazen dökerler, bazen de teşkilatlarının ihtiyacı için Kızılay’a satarlardı…
Kızılay’la görüşüldü, anlaşıldı.
Her ülkücü makbuz karşılığı kanlarını Kızılay’a verecekler, makbuzları teşkilatlarına getireceklerdi.
Kızılay Kan Merkezleri önünde uzun “Ülkücü Kuyrukları” oluştu…Kan vermek için…
Şevkle, heyecanla kanlarını verdiler. Makbuzlarını teşkilatlarına getirip teslim ettiler.
Toplanan kan bedelleri bir milyon lirayı aştı.
Bir gün kan verenlerin kuyruğunda “aksakal” bir ihtiyarı sıra beklerken gördüler. Tanıdılar, yanına geldiler.
- Amcacığım,senin burada ne işin var?
- Kan vermeye geldim.
- Ama?...
- Ne aması ben kan veremez miyim?
- Ama amca…
- Ne oldu? Benim oğlum ülküdaşınız, kardeşiniz bütün kanını bu dava için döküp şehit olmadı mı? Onun fedakarlığı yanında ben bir ünite kan vermişim çok mu gördünüz?.....
Artık söz bitmiş, yaşlar göz pınarlarından boşalmış, boğazlar düğümlenmişti….
O yaşlı amca, 21 Mart 1971 günü şehit olan Süleyman Özmen’in babasıydı…
Ha… Artık bir kişinin bile burnu kanamamalı, herkes bulunduğu yerde başarıların zirvesine ulaşarak ödemeli o kan paralarını…
Başarmalı ki, kanlarını feda edenler rahat etsin yattığı yerde…
İman ile dolu olmalı ki yürekler cümle alem hayran kalsın emanetin sahiplerine…
Ülkücülük, ilim ve ahlak çizgisinde bir yaşam tarzı olmalı ki toplum aradığını bulmanın şevki ile sahip çıksın öz evlatlarına…
Nihayet…
Kim hangi beklenti içine girerse girsin.
 İman ettiğimiz ülküler adına sahip çıkılmalı millete, memlekete, ahretimizin reçetesi ülkümüze…”