Ya Ne Yapsaydı?
Türkiye’nin 2010’dan sonra hızla otoriterleştiği, demokrasiden uzaklaştığı ve iç barışı tehdit eden devlet uygulamalarıyla toplumu kamplaştıran siyasi iktidarın, bu kutuplaşma üzerinden arkasındaki safları daha da sıklaştırdığı söylemi; Ak Parti’ye muhalif olan siyasi çevrelerin temel tezi olarak sıkça tekrarlanıyor.
Girdiği hemen her seçimden oyunu yükselterek çıkmayı başarmış, Türkiye’nin son on üç yılına damgasını vuran bir siyasi organizasyondan söz ediyoruz. İlk seçim döneminde 28 Şubatın miras bıraktığı askeri bürokrasiyle mücadele eden bir iktidar gördük. 2002 yılından bu yana çeşitli vesayet odaklarıyla kimi zaman açıktan kimi zaman örtülü olarak vuruşa vuruşa bu günlere geldi Ak Parti.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar; Anayasa Mahkemesi tarafından yürütülen kapatma davası, büyük şehirlerde yapılan cumhuriyet mitingleri; yüksek yargıda, yükseköğretimde ve diğer sivil bürokratik alanlarda seçilmiş iktidarla beraber çalışmak yerine onu yola getirmeye çalışan devlet ricaliyle girdiği iktidar mücadelesi; Ak Parti’nin ikinci dönemini hatırlarken ilk aklımıza gelenler.
2011 seçimlerine gelindiğinde, Ak Parti artık aldığı referandum galibiyetleriyle cumhurbaşkanlığı makamının seçilmiş iktidara alternatif bir muhalif güç olarak kendisini göstermesinin önüne geçmişti. Bu tarihten sonra Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, YÖK, Genel Kurmay, Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumların tabii görev alanına çekildiği söylenebilir. Böylelikle Ak Partiyi, siyasi gücünü daha belirgin biçimde hissettiren bir parti hüviyetinde gördük.
Ak Parti’nin -sevelim veya sevmeyelim- gitgide gücünü pekiştiren, bu arada devleti de daha iyi tanıyan sıra dışı bir siyasi hareket olarak ülkenin geleceğine bu zamana kadarki cumhuriyet hükümetlerinin tamamından farklı bir tasavvurla baktığını söylemek yanlış olamayacaktır. Yüzde ellinin oyunu almayı başarmış bir kitle partisi olmanın yanı sıra ne olursa olsun kendisini bırakmayacak yüzde 15- 20 oy oranına sahip bir ideolojik tabanın da temsil gücünü arkasında hisseden bir siyasi akımdan söz ediyoruz.
2011 yılında kazandığı üçüncü genel seçim zaferinden sonra, artık biraz da onu buraya getiren; ancak sabırla ülkenin dönüşmesini ve gönül verdiği insanların elinin rahatlamasını bekleyen bu ideolojik tabanının beklentilerine cevap vermeye başlayan bir iktidar vardı dersek, yanılmayız.
İşte dördüncü genel seçimin hemen arifesinde bulunan Türkiye’de özellikle son üç yılda yaşananlar; Ak Parti’nin ideolojik tabanına yahut bir başka ifadeyle kendisini var eden mefkûrelerine dönük bu politik uygulamalarına içerden ve dışardan gelen tepkilerden ibarettir.
“İçerden” kelimesini hem Ak Parti’ye başından beri muhalif olan gruplar hem de Ak Parti’nin kendi içerisinden bugüne kadar yağan yağmurlarda beraber ıslandığı çevreler olarak anlamak mümkündür.
Yazının başında sözünü ettiğimiz eleştirilere dönecek olursak; Ak Parti’ye yöneltilen totaliter bir kimlik kazandığı, demokrasiden hızla uzaklaştığı, ülkeyi bir tek adam devletine doğru götürdüğü gibi iddiaların son yıllarda içerden ve dışardan daha yüksek sesle dillendirildiği aşikar.  Hatta bu iddiaların; Türkiye’yi, Güney Kore ile mukayese etme çabalarına yahut sayın cumhurbaşkanının annesinin vefatından sonra yaşadığı duygusal tramvayla sağlıksız kararlar aldığı iddiasına kadar götürüldüğünü biliyoruz.
Peki, bu iddiaları ortaya atanlar eleştirilerinde haklılar mı? Ak Parti’den aslında ne istiyorlar? Ak Parti ne yaparsa bu çevrelerin tenkitlerinden kendisini kurtarıp var olduğu düşünülen bu antidemokratik ortamın yahut kutuplaşmanın önüne geçebilir? Herkesi mutlu edecek bir formül bulmak mümkün mü? Bu çevrelerin geçinmeye muradı var mı?
Mevzu derin, sorular uzun; velakin bize ayrılan yer kısa…
Hem içerde hem dışarda Ak Parti’yi eleştirenlerin şikâyet ettikleri görünürdeki somut uygulamalar meselenin bir yönünü teşkil ediyor. Aslında hiç söylenmeyen fakat oy veren seçmen bakımından bu tepkilerin esasını teşkil eden politikalar ise bizce madalyonun öteki yüzü.
Bu siyasi hareketi ve başındaki lideri bir tür diktatörlükle hatta “Tiran”lıkla itham edenler Ak Parti’nin kurbanlık koyun gibi boynunu satıra uzatmasını istiyorlar. Onlara göre bu, demokrasinin bir gereği. Başta dış politika olmak üzere pek çok konuda ters düştükleri hükümeti; basın özgürlüğü, yolsuzluk gibi bambaşka konular üzerinden sıkıştırmaya çalışanlar; sıkıştıklarında kendilerinin yaptığı aşikâr olan her melaneti gözünüzün içine baka baka inkâr edebiliyorlar.
Biz de soruyoruz Ak Parti kendisini sandıkta alaşağı edemeyen her türlü odağın türlü hilelerle iktidarı elinden alma çabalarını durup seyretse miydi? Bu ülkede seçimlerden ümidini kesmiş ama Ak Parti’den de artık bıkmış oldukları her hallerinden belli muhalif gruplar olduğu kesin.
Başka hiçbir sebeple asla bir araya gelemeyecek bu grupların Ak Parti karşıtlığında birleşmesine ve çok çeşitli yöntemlerle üzerine gelmesine, kendisine operasyon yapmasına karşı Ak Parti tedbir almasaydı da “ya ne yapsaydı?” diye sormak da bizim hakkımız.
Devam edeceğiz…