NEDEN Mİ AK PARTİ ?

Seksenli yılların sonları. Öğrenci olaylarının neredeyse her gün çıktığı, simitçinin, boyacının, kitapçının, mısırcının ve hatta öğrencilerin önemli bir kısmının sivil polis olduğu bir ortam yaşanıyordu. Evlerinden sorgusuz sualsiz alınıp gidenler, aylarca haber alınamayanlar, geri dönüşü bir daha olmayanlar, korkular, ızdıraplar ve daha neler neler.

Ben de o yıllarda eğitim için İstanbul’a giden gençlerden biriydim.  Daha on yedi yaşındaydım ve kalacak yeri belli bile olmayan bir öğrenciydim. Tatlı sulara sahip küçük bir dereden, tuzlu ve büyük dalgalara sahip bir denize düşmüş balık misali kararsız ve bir o kadarda çaresizdim. Gümüşhane ve Trabzon’un korunaklı yaşamından ayrılmış, zor günler geçiren Türkiye’nin gerçek yüzü ile tanışıyordum.

Sıkıntılı günlerden geçiyorduk. Sağ ve sol görüşlü öğrenciler kendi çekişmeleri içerisinde zamanlarını harcıyor, koskoca profesörler, öğrenci kızlarımızın başörtülerini açtırmak suretiyle makam ve mevkiler elde etmeye çalışıyordu. Toplumu dizayn etmek uğruna hiçbir zalimlikten de geri kalınmıyordu.

O günlere ait aklımda yer eden anılarımdan bir tanesi “Susuz Yaz, Yılanların Öcü, Sevmek Zamanı, Şöför Nebahat” gibi filmlerin yönetmeni Metin Erksan hocamıza aittir. Genelde asistanı tarafından verilen “Sinema” dersini o gün Metin Erksan kendisi anlatacaktı.

Yaklaşık 25 kişiden oluşan sınıfımızda heyecan içerisinde hocayı bekliyorduk. Sert bir şekilde açılan kapının ardından sınıfa giren ünlü yönetmen, adeta burnundan solumaktaydı. Okula gelirken başörtülü kızların binaya alınmadığına şahit olduğu için isyan ediyordu.  Yatışmayan gerginliği ile yaşadıklarını anlatmaya başlamıştı. Türk sinemasının duayen ismi, İstanbul Üniversitesi önünde başörtülü kızların sınavları olmasına rağmen içeri alınmadığına, girmeye çalışan genç kızların çekiştirilerek dışarı çıkartıldığına, tartaklandığına şahit olduğunu söylüyordu. Kapıda yaşananların aksine biraz ileride ise yatağından kalkan kızların neredeyse pijamaları ile okula gelebilmelerine, şen şakrak gülüp eğlenmelerine hayıflanıyordu. Uygunsuz biçimde gördüğü öğrencileri bizlere şikâyet ediyor, bir kısım gençliğin geleceğini çalan, bir kesim gençliğe ise her türlü serbestliği tanıyan sisteme lanetler yağdırıyordu.

Türkiye çok sıkıntılı dönemlerden geçiyordu. Bu sıkıntılı dönemleri aşmak için çaba gösterenler vardı elbet. Ancak bu vatanseverlerin emekleri destek görmüyor, havada kalıyordu.  Yıkılan hayallerin, kaybolan umutların ve en güzel çağlarında harcanan fidanların yasını tutmakla yetinir olunmuştu.  Çaresizlik içerisinde, bu ülkeden bir an evvel kurtulma planları yapılıyor, iş için, eğitim için, insanca yaşamak için Avrupa ve Amerika’nın hayalleri kuruluyordu.
Aslında, bu ülke bizim ülkemizdi. Bu devlet bizim, bu tarih bizim, bu acılar bizimdi. Bize ait olmayan tek şey vardı o da bizi yönetmeye çalışan zihniyetti. Bu ülkeden gitmesi gerekenler de biz değil bizleri beğenmeyenlerdi. Bizlere Arabistan’ı, İran’ı, Sovyetler Birliği’ni, Küba’yı adres gösterenlerdi.

Şimdi, o devrin siyasetçilerine, bürokratlarına, yöneticilerine veya askerlerine asla küfürler sıralamıyorum. Çünkü biliyorum ki onlarda bizler gibi kullanılıp bir köşeye atılmış kuklalardan başka bir şey değillerdi. Bir senaryoya boyun eğmişler ve bu memleket için en doğru insanın kendileri olduğuna inanmışlardı. Onlar için, bu bir kaderdi ve kaderin önüne geçilemezdi. Bir yol kazası olarak nitelendirdikleri Refah-Yol dönemi hariç, binlerce yıl süreceğini düşündükleri bu düzenin sadece on yıllık bir ömrü kaldığından habersizdiler.

İşte o kader, karanlığın en derin zamanında ortaya çıkan AK Parti zihniyeti ile değişmeye başladı. Bir devrim yaşanıyordu ve bu devrimi; ne burunlarından kıl aldırmayan solcu görünümlü statükocular, ne de vatansever zırhına bürünmüş işbirlikçiler gerçekleştiriyordu. Bu devrimi; halkların kardeşliğini savunan gerçek solcular, vatanı uğruna canını seve seve ortaya koyan ülkücüler ve milli bir görüş çerçevesinde hareket eden insanlar gerçekleştiriyordu. Sultan 2. Abdulhamit’in, Atatürk’ün, Kazım Karabekir’in, Adnan Menderes’in, Turgut Özal’ın, Necmettin Erbakan’ın hassasiyetlerine sahip Anadolu insanı, bu kokuşmuş düzeni yerle bir ediyordu. Bu dava, bu devrim her seçimde daha da büyük umutlar besleyerek yapılıyordu.

Şimdi yine bir seçim arifesindeyiz. Çoğumuz sempati beslediğimiz, bizim için iyi olacağını düşündüğümüz bir partiye oyumuzu vereceğiz. Ben ise oyumu yine AK Parti’ye atacağım. Bu ülkenin yeniden kâbus günlerine dönmemesi için, darbelerin olmaması için, özgürlüklerin geliştirilmesi için, şer odaklarının hedeflerine ulaşmamaları için,  üniversite yıllarında yaşadıklarımın bir daha tekrarlanmaması için ve tabii kardeşlik ortamının daha da sağlamlaştırılması için AK Parti’ye oy vereceğim.

AK Parti’ye oy vereceğim, çünkü dört sene sonra hesap sorabileceğim bir hükümet görmek istiyorum.
AK Parti’ye oy vereceğim, çünkü yıllar sonra bu kutlu yürüyüşün her daim yanında olduğumu söylemek istiyorum.
AK Parti’ye oy vereceğim, çünkü davaların, şahsi menfaatlerden daha önemli olduğunu göstermek istiyorum.
AK Parti’ye oy vereceğim, çünkü parti görünümü verilmiş vesayet organlarının bu memlekete hayrı dokunmayacağını düşünüyorum.

Ya siz?
YORUM EKLE