NEDEN BİR DAHA SEÇİM?
7 Haziran seçim sonuçlarına göre tek başına hükümet kurabilecek bir çoğunluk sağlayamayan mecliste, koalisyon kurma çal
ışmaları da sonuçsuz kaldı. Tek parti iktidarı ile istikrara alışmış ülkemizde endişeler artmaya başladı.
Ak Parti’ye karşı %60’lık bloktan bahseden CHP’nin şişirdiği balonu patlatan Bahçeli’yi takdir ettik. Hükümet ortağı olmak istememesini de saygıyla karşılıyorum. Anlaşıldı ki her partinin bu satranç oyununda bir hesabı ve beklentisi var. Ama geçici bir hükümetin kurulmasına yardımcı olarak meclisten bir seçim kararı çıkartıp, seçim hükümeti kurulmasının önüne geçilebilirdi. Böylece HDP’nin kurulacak seçim Hükümetine Bakan vermesi gibi bence vahim bir durum bu gün doğmayacaktı. Varlığına ve adına bile tahammülü olmayanların, yok saydıkları HDP’lilerin seçim hükümeti olsa bile sayelerinde Türkiye Cumhuriyeti Bakanı olmasını hiç bir teville izah edemezler.
Sayın Bahçeli, 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar umuyordu da hayal kırıklığına mı uğradı acaba, kızgınlığı bu yüzden midir anlayamıyorum. Ülkenin zor günler yaşadığını, hatta var olma kavgası verildiğini en iyi bilen ve bunu ifade eden kendileridir.
Bazılarına göre seçim, demokrasinin sıkıştığı yerde en iyi çözümdür. Mesela “12 Eylül öncesinde tıkanan, cumhurbaşkanı bile seçemeyen siyaset kurumu, eğer seçim kararı alabilseydi belki ihtilali engelleyebilirdi gibi” görüşler serdedilmiştir. Bu gün bir hükümet bunalımı var ve bunu yeni bir seçimle aşmaya çalışıyoruz. Peki, gene aynı tablo ortaya çıkar, kimse tek başına iktidar olamazsa gene mi seçime gideceğiz?
Açılıma da güvenlikçi politikalara da karşı olmak gibi iki ters tavrı anlamak ta mümkün değil. Açılım politikalarına Milliyetçi kesimin karşı olması anlaşılabilir. Güvenlikçi ve askeri tedbirlerin artırılmasına PKK ve yandaşlarının karşı olması da anlaşılabilir. Ama açılım yaptığı, kardeşlik ve barışı sağlamaya yönelik tedbirler ve reformlar yaptığı için karşı çıkanlar, bu gün masanın devrilmesi ile güvenlikçi ve sert askeri tedbirlerin alınmasına da karşı çıkıyorlar. Peki, başka bir yol olabilir mi? Kıyamete kadar birbirimizle mücadele mi edeceğiz? Bu görüşe sahip olanları anlamak mümkün değil. Anlaşılır bir tarafı sadece Erdoğan düşmanlığı. Koskoca Türkiye Cumhuriyetinin bütün sorunlarını, projelerini, karşı karşıya kaldığı tehlikeleri ve kumpasları bir tarafa itip Erdoğan düşmanlığına odaklanmak bence vatanseverlik değildir.
Sadece tenkit ederek, itham ederek siyaset yaptıklarını zannedenler dikkat ederseniz hiç bir çözüm önerisi sunmuyor, hiçbir hayırlı projenin teklifinde bulunmuyorlar.
Hizmet odaklı ve ülke sorunlarının çözümü, herhangi bir medeniyet iddiası olmayanların karşı tarafı suçlaması ve Erdoğan’a saldırması bence sadece kendi siyasi ikballerine alan açmak amacıyladır. Aslında, tek adamlık, diktatörlük, hırsızlık, yolsuzluk filan bunların umurunda değil. Bütün dertleri, gayet basitçe ve halk tabiri ile “sen kalk ta ben oturam” politikasıdır. Geçmişte de hep böyle olmuştur. Ziya Paşa’nın ifadesi ile “Kalkın ey ehli vatan” dediler kalktık, onlar oturdu biz ayakta kaldık!
Geçmişte de ülkemize bir çivi olsun çakmış, iddialı hizmet ve siyaset vizyonuna sahip siyasi liderlerin hemen hepsine de hırsızlık suçlaması yapılmıştır. Menderes’in zimmetine para geçirdiği, Demirel’in yeğenleri ve yiyenleri, Özal’ın prensleri veya papatyaları, Erbakan’ın “Mercümeği” ve kayıp trilyon davaları hala hatırlardadır. Rahmetli Erbakan’ın Bosna yardımları, hatta kurduğu silah fabrikası herhalde legal yollardan olmamıştı. Yani pek çoğu fos çıkmış siyasi davalardır.
Proje üretemeyen, topluma istikbal vaat edemeyen, vizyonu olmayan genellikle sol partiler, ellerindeki medya gücünü kullanarak her şeye karşı çıkmışlar, çareyi muhataplarının bel altına vurarak hırsızlıkla itham etmekte bulmuşlardır. Bunlar için “Çamur at hiç olmazsa izi kalır” anlayışı, en kullanışlı siyasi yöntem olarak görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi hararetle eleştirenlere “peki ne yapılması gerekir?” diye sorun, muhatabınızın tıkandığını ve kem küm ettiğini göreceksiniz. Hala elmalarla armutların toplanamayacağını, çok bilinmeyenli denklemlerin çözümünün kolay olmadığını bile idrak edemeyenler, dar pencerelerinden bakıp hüküm veriyorlar.
Dikkat ederseniz seçim esnasında ve koalisyon görüşmelerinde hep 17–25 Aralık sloganıyla AK Parti ve Erdoğan suçlanarak töhmet altında bırakılmak istenmiş, psikolojik baskı uygulanmıştır.
CHP ve açıkça koalisyona girmeyeceğini ilk günden deklare eden MHP bile, koalisyondan kaçanın ve ülkeyi hükümetsiz bırakanın yeni bir seçimde halk tarafından cezalandırılacağına inandıkları için, “koalisyon kurabiliriz ama 17–25 i unutma ha!” diyerek, Sayın Bahçeli’nin “ver Bilal’ı al iktidarı” basit formülüne indirgemesi bence “seninle ortak olabiliriz ama gözünü çıkartacağım” demeye benzemektedir. Koalisyon olmayınca da Ak Parti ve Davutoğlu aşağılanacak ve asıl suçlu Erdoğan ilan edilecektir. Görücü gelen misafirin kahvesine tuz atan gönülsüz kız gibi, ortak hükümet teklifi için gelenlerin önünden arkasından hakaret edecek, Cumhuriyet tarihinin her sahada en büyük gelişmesini sağlamış partiye resmen “yaptığınız işleri beğenmiyoruz revizyon hükümeti istiyoruz” diyecek, sonra da suçu karşı tarafa atacaksınız! Fert başına milli geliri 2000 Dolardan 10.000 Dolara çıkarmış partiden ne revizyonu isteyecekler anlaşılabilir gibi değil. Samimiyetle ifade edeyim, eğer bu gün eski partiler, daha doğrusu şimdiki muhalefet partileri tarafından idare edilmiş olsaydık, bunca atlattığımız belalı badirelerde Dolar iki takla atar 5 lira olurdu. Yeni nesil belki bu yorumu aşırı bulabilir ama yakın tarihte yaşadığımız gerçeklerdir. Dedelerine sormalarına gerek yok, babalarına sorsalar bunun doğruluğunu kendilerine ifade eder.
Ak Partiyi ve önceki Başbakanı, yani bu gün Cumhurbaşkanımız olan Erdoğan’ın “17–25 Aralık” klişesi ile yolsuzlukla suçlanmasını haksızlık olarak görüyorum. Benim bu mütevazı medyada yazdığım yazı kimseyi bağlamaz. Ben inanıyorum ki; ortaya çıkarılan kutular paralar, İran ambargosundan doğan illegal faaliyetlerdendir ve eldeki paraların de facto işlemlerde kullanılmasıdır. Tahmin ediyorum, Ortadoğu’daki illegal yapılanmalarda ve devletimizin müdahil olmasının finansmanında kullanılmıştır. Herhalde artan bu faaliyetlerin bedeli western union havalesi ile gerçekleştirilemez. Suçlanan zevatın konuşamayışı, Ülkemizi uluslararası sahada müşkül durumda bırakmamak içindir. Unutmayalım ki bu gün Ortadoğu’da, pek çok İslam ülkesinde ve özellikle burnumuzun dibindeki Irak’ta ve Suriye’de ajanlarıyla silahlarıyla ve paralarıyla başta İsrail, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İran cirit atmaktadır. Hepsinin faaliyeti resmen deklare edilmemiş illegal faaliyetlerdir. Bu faaliyetler yeni değil yüz yıllardır devam ede gelmektedir. Sadece İngilizlerin tren vagonları ile rüşvet olarak altın dağıttıklarını, Lavrens gibi meşhur ajanların faaliyetlerini, Vatikan İmamlarını erbabına hatırlatayım örnek olarak yeter. Bu ülkelerin hiçbir vatandaşı veya muhalefeti veya bürokrasisi hükümetlerine “ne yapıyorsunuz, bunlar bizim paralarımızla karşılanıyor?” dememiştir. Bu konuda hiç bir ülke şeffaf değildir. Bunu, bizim “yurtta sulh cihanda sulh” anlayışıyla devekuşu politikası isteyenlere anlatamazsınız. Hele hele şecaat arz ederek, Türkiye’nin Suriye politikasını güya eleştirmek için Kılıçdaroğlu’nun “ne işimiz var Suriye de, Suriye demek Rusya demektir, İran demektir” demesine her halde ağlamamız gerekir. Türkiye’nin ana muhalefet partisi liderine birisi çıkıp ta “Suriye, her şeyden önce Türkiye demektir” demedi. Kapımızın önüne çukur kazılmasına neme lazım diyebilir miyiz? Gelmişten, geçmişten, tarihten, istikbalden ve konjonktürden bihaber bir parti ile nasıl dış politika güdülebilir? Suriye deki Türkmenlere veya işimize gelen ÖSO gibi örgütlere silah götüren tırlarımızı deşifre eden hainlere sözüm yok, adı üstünde hain. Ama iyi kötü tarih okumuş, siyasetten ve maslahattan anlayan samimi vatandaşlarımıza sorarım, bizim devletimizin hiç mi gizlisi saklısı olamaz?
Geçtiğimiz şubat ayında Almanya Başbakanı Merkel’e, gizli dinlemeler ve Alman istihbaratının faaliyetleri sorulduğunda, “istihbarat teşkilatımızın çalışmaları ve yöntemleri konusunda bilgi veremem” dedi ve olayı kapattı. Kimse de sen ne biçim Avrupalısın şeffaflık nerede demedi.
Peki, Ak Parti’nin hiç mi kabahati yok. Elbette yöntem hataları ve usul hataları pek çoktur. Hatta yanlış kişilerle el tutmalar, yanlış beyanatlar partiyi de hükümeti de zora soktu. Gayrı samimi tenkitlerle karıştırılmaması için sadece şu kadarını söyleyeyim; Ak Parti’nin en büyük kaybı, bu gerçekleri bırakın normal vatandaşa, kendi tabanına bile anlatamamasından kaynaklanmıştır. Bu gerçekler, Devlet-i ebed-müddetin var olma kavgasının ve kaygısının doğurduğu gerçeklerdir. Adı dış politika olsa da içimizi karıştıran evimizi endişelendiren gerçeklerdir. Bunca gürültü ve hay huy arasında bunları vatandaşa anlatmak zor olsa da başarmak zorundayız. Bu da demokrasinin gereği! 28.08.2015 HAKKI SEZEN