Tarikat ve cemaatlerin “mürşit”lerini kastetmiyorum. Zira onların kaygısı dini olmaktan ziyade olabildiğince mürit elde edip sefa sürmek. (İçlerinde samimi ve iyi niyetliler olabilir, onları tenzih ederim.) Ancak akademinin işleyişi böyle değildir. Burada temel aranan unsur test edilebilir bilgi ve doğrulama-yanlışlama sürecidir. Hipotez-tez inşası da yine bu süreç içinde işler ve bulunduğu bağlam itibariyle tutarlı olmak durumundadır. Maalesef dini sahadaki düşünürlerimiz bu süreci nadiren umursayıp işi retorik, yani güzel söz söyleme ve karşısındakini buna ikna etme yoluna başvuruyor. Daha açık ifadeyle, yeni bir bilgi üretmekten ziyade, zaten söylenmiş olan herhangi bir şeyi farklı belagat varyasyonları ile yeniden dile getirme çabası bu. Hele bazılarının “en iyi ben bilirim” tarzındaki üstü kapalı söylemleri, bilinçaltlarındaki kibri de dışa vuruyor. Haliyle özellikle de tartışma programlarında birbirlerine karşı pek bir sabırları olmadıkları gibi on beş asırlık dini söylemin çeşitli dallarının (kelam, hadis, tefsir, tarih) dışına çıkamıyorlar. Tüm bu durum da ortaya artık modası geçmiş ve içi boşaltılmış kavramlarla dolu bir laf salatası çıkarıyor. Ezcümle ontoloji ya da epistemoloji demekle bilimsel konuşma olmuyor.

OBJEKTİF OKUYAMAMA

Sömürgeci Fransa’nın komutanı Napolyon 1798’de Mısır’a çıktığında, yanında sadece askerlerden oluşan bir ordu değil aynı zamanda bilim adamlarından mürekkep bir entelektüel ordusu da vardı. Daha o dönemde Mısır’ı antik dillerinden mimarisine ve flora-faunasına kadar sınıflandırdılar ve en önemlisi de hiyeroglifleri okumaya koyuldular. Şunu da hatırlayalım, hiyerogliflerin okunmasına ilk karşı çıkan kurum Roma Katolik kilisesi olmuştu. Bugün ise Hıristiyanlık üzerine (ister tarih ister teoloji olsun) kurulmuş herhangi bir akademik kürsü, Hıristiyanlığı tarihsel ve felsefi bağlamı içine oturtmak zorundadır. Yani Hıristiyanlık Hz. İsa’nın Kudüs’teki halka seslenişi ile başlamaz, bilakis bu başlangıç yüzyıllar öncesine uzanan Yahudi geleneğinin apaçık bir parçasıdır. Haliyle Yahudiliği bilmeden Hristiyanlığı öğretmek ve kadim Kenan ve Mısırı bilmeden de (buna aslen Sümer, Babil-Asur da eklenmelidir) Yahudiliği anlamak mümkün değildir. İşin bu boyutunda bir de filoloji ayağı vardır; Aramice ve Kıptice bilmeden hatta ve hatta Babil metinlerini okumadan kadim Yahudilik tarihsel bağlamı içine oturtulamaz. Bugün ilahiyat fakültelerinde yukarıda saydığım alanlardan hangisi okutuluyor?

YENİ LİTERATÜRÜ VE ARKEOLOJİYİ DEĞERLENDİREMEME

Başta Almanca, Fransızca ve İngilizce olmak üzere 19. asırdan itibaren ciddi bir dinler tarihi literatürü mevcut. Yukarıdaki saydığımız tüm alanlarda bu birikim ciddi bir eleştirel bakış açısı sunmakta; ne var ki bu yazını “oryantalist” deyip göz ardı etmek akademik etiğe uygun değildir. Kişi bir alanda söz söylüyorsa o alanın edebiyatını bilmek zorundadır. Tüm bunların yanı sıra yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmişe sahip klasik arkeolojinin verileri de göz ardı edilemez. Çünkü Sümer, Babil-Asur, Hitit, Mısır gibi kadim uygarlıklardan bahsedebiliyorsak bu klasik arkeolojinin çabaları sayesindedir. Şimdi aklıma şu soru da geliyor; kaç ilahiyat fakültemiz arkeoloji kürsüleri ile ortak çalışma yapıyor?

Belki de en önemli soru şu: Bugün kaç ilahiyatçı, makamı/geliri pahasına hakim söyleme karşı söylem üretebilir? Ya da soruyu şöyle soralım, üretse başına neler gelir? İlahiyat akademilerinin yeni bir söylem ortaya koyamamalarının altında yatan neden bu olsa gerek.

(Başsağlığı dileyen okurlarıma teşekkür ediyorum; yüzlerce mesaja cevap yazamadım, beni bağışlayın.)