F.Downey şöyle der: “Birçok Hıristiyan adâleti ağır ve karasız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu’na gelip yerleşiyorlardı.”
Tarihçimiz Ahmet Cevdet Paşa da bu hükmü tamamlayan şu ifadeleri kullanır: “Şayet Avrupa bir ihtilalle alt üst olursa, namuslu insanların sığınacağı tek ada Devlet-i Âliye’dir”
Osmanlı Devleti’ni cihan devleti yapan umdelerin en başında, âdil bir medeniyetin temsilcisi olması gelir. Adâlet mekanizmasını çok iyi çalıştırmasına ve âdil bir yönetim sistemini tesis etmesinden dolayıdır ki, Osmanlı Devleti altı asır dünyaya hakim olmuş ve bir Müslüman-Türk medeniyeti inşa etmiştir. Şimdi biz, burada Osmanlı adâlet sisteminin işleyişini inceleyeceğiz.
Kadılar, tahsilli olmak zorundaydılar
Okuyup yazma bilmeden veya yüksek tahsil yapmadan, veziriazam (başbakan)olunabilir; fakat asla en küçük bir kazanın bile kadısı (hakimi) olunamazdı; çünkü kadılık, mesuliyet isteyen bir meslektir. Adâleti temsil eder. Adâlet mekanizması iyi olmayan bir devletin ise, iflah olması mümkün değildir. İşte bundan dolayı Osmanlı, adalet işini hakkıyla yapabilecek kültürlü insanlara görev vermiştir. Bu anlayış ise, Osmanlı Devleti’ni tam bir hukuk devleti yapmıştır.
Kadıların gelirleri oldukça yüksekti
Bir devletin süper güç olabilmesi için özellikle, Adâlet mekanizmasında görev alan hakim ve savcıya, eğitim ve öğretim işiyle uğraşan müderris (profesör) ve öğretmenlere, güvenlik ve savunmada görev alan asker ve polise tatmin edici ücret verilmelidir.
Bu bağlamda, öğretmenlerine dolgun ücret veren Alman yöneticileri, ülkenin en zeki ve çalışkan öğrencilerinin öğretmenliği seçmesini sağlamıştır. Bu uygulamanın sonucunda Almanya iki büyük dünya savaşı yaşamış olmasına rağmen kısa süre içerisinde yeniden büyük bir siyasi güç haline gelebilmiştir.
Hz.Peygamber(s.a.v.)kadılığa tayin edilenlerin “bıçaksız olarak boğazlandığı”nı söylemiş; kadılığın sorumluluğunu anlayan çok ehliyetli insan, kendisine teklif edilen bu görevi kabul etmek istememiştir.
Bundan dolayı devlet, “kadılık” görevinde bulunanların gelirlerini yüksek tutmuştur. Gerçi devlet kadılara maaş vermiyordu. Kadılar geçimlerini gördükleri dâvâ ve yaptıkları diğer işlemler üzerinden aldıkları harçlarla sağlıyorlardı.Bin hane başına günde 10 akçe (gümüş para) üzerinden günlük geliri, 40-150 akçe arasında olan kazalar (ilçe, kadılık hiyerarşisinin alt tabanını oluşturuyor; bundan sonra günlük geliri 300-500 akçelik eyâlet ve sancak (il) merkezi kadılıkları geliyordu. Kazaskerin (adâletin en tepesindeki sorumlunun) hazineden aldığı maaş günlük 500 akçe idi. Ayrıca yaptıkları işlemlerden de belli bir yüzde alırlardı.
Para konusunda doyurulan ve adâletin vazgeçilmez unsurlarından olan kadılar, rüşvet almak, adam kayırmak gibi kötü davranışlara bulaşmamışlardır. Bu durum ise, halkın, devlete güven duymasını sağlamıştır
Günümüz Türkiye’sinde tartışılan ve adâlet mekanizmasının arızaları göz önüne alındığında hakim ve savcıların hangi şartlarda görev yaptığı daha iyi anlaşılacaktır.
Osmanlı’da adâlet hızlı işlerdi
Osmanlı Devleti, hukuki işleri yalnız kadılara bırakmayıp, tâ köylere kadar adâlet işleriyle meşgul olmak üzere, şikâyeti çok olan mahallelere “mehayif müfettişi” denilen güvenilir kadılar gönderilirdi. Bunlar vasıtasıyla dava veya şikayetler dinlenir ve neticeye göre muamele yapılırdı. Mehayif müfettişleri, gördükleri davaları ve yapılan şikayetleri doğrudan divân-ı hümayuna (yargı, yürütme, yasmada yetkili kuruma) bildirirlerdi.
Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin adâlete ne kadar önem verdiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Özellikle devlet, adâletin en kısa zamanda yerini bulması ve hiç kimsenin haksızlığa uğramaması için itina göstermiş, adâlet teşkilatını denetlemiş, vatandaşın haksızlığa uğramasını önlemeye çalışmıştır.
Cemaat mahkemeleri, Osmanlı’nın hoşgörüsünün göstergesiydi,
Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti’nde üç mahkeme tipi vardır:
1. Şeriat Mahkemeleri
2. Cemaat Mahkemeleri
3. Konsolosluk Mahkemeleri
Cemaat Mahkemeleri, Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan teb’asının (halkının) din ve mezhep yönünden bağlı olduğu cemaatlerin mahkemeleri idi. Bu mahkemelerde, medenî hukuka ait davalara bakılırdı. Böylelikle evlenme, boşanma, miras gibi konularda farklı inanç ve düşünceye sahip olan gayrimüslim Osmanlı teb’ası, Osmanlı adâletinin şemsiyesinin altında yüzyıllarca huzur içerisinde yaşamıştır.
Mahkemeler halka açıktı
Osmanlı Devleti yargı görevinin yerine getirilmesinde çok titiz davranmış, adâletin üzerine gölge düşmemesine çalışmıştır. Bunun sağlanması için mahkemeler açık yapılmıştır. Duruşmalarda günümüzdeki gibi davacı ve davalının savunmasını yapacak “avukat “ yoktu. Bunun yerine duruşmalar sırasında, “Şühûdu’l-Müslimin” denilen ve zamanımızda “bilirkişiye” benzetebileceğimiz bir kurul vardı. Bunlar, şehirde iyi tanınan insanlardan oluşturulurlardı. Mahkemelerin önemine göre bu kişilerin sayısı artabilirdi. Bu kişilerin mahkemelerde hazır bulunmaları, hem ‘kadı’nın işini kolaylaştırmakta, hem de davacı ve davalıya güven vermekteydi. Ayrıca haksızları savunma gibi bir durum söz konusu olmuyordu. Kadı, bazı durumlarda, bölgenin örf ve gelenekleri hakkında karardan önce bunlardan bilgi alırdı. Davaların görülmesinde, sayıca kalabalık olan kişilerin görevli olmaları, adâletin sağlamlığı açısından önemli bir unsurdu. Karar verme yetkisinin kadıya ait olduğu konusu kesindi; ama bu yetkiyi herkesin gözü önünde ve belli kurallara göre kullandığı da kesindi.
Yeniden hukuk reformundan bahsedildiği bir ortamda tarihi tecrübeye müracaat edelim dedik.
Ülkemize hayırlar getirmesini temenni ederim.