Dünyadan olabildiğince zevk almayı bilmek ve bunu derinleştirip zenginleştirmek bir uzmanlık işi.
Bu bilgi ve görgünün artmasına paralel olarak öte dünya ile kurulan bağ ve ilgi de azalarak kayboluyor.
Kemalizmin hayata getirdiği devrim niteliğindeki değişim dünya ve ahiret dengesi üzerine kurulu gelenekler üzerinden yürüyen toplumun nazarlarını bu dünyanın nimetlerine çevirmesi oldu. Eğer hayatın tadına varılacaksa bunun için önce zevk almanın önündeki inançların ve adetlerin kaldırılması, dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmanın ve keyfini çıkarmanın önündeki bütün duvarların yıkılması gerekiyordu. Bu yüzden herşeyin emanet olduğu bu dünya görüşünden ve anlayışından insanlara bu hayatın kendilerine ait olduğu, bu dünyaya bir defa geldikleri ve bir daha gelmeyecekleri bütün keyifleri ve lezzetleri dibine kadar tadmaları ve ölümden ötesini düşünmemeleri telkin ve tavsiye ediliyordu.
Dünyadan zevk almayı bilmek ve bunu çeşitlendirmek için dinin haram kıldığı nesne ve eylemlerin fertleri baskılayıcı ve sınırlayıcı gücünün kırılması büyük önem taşımaktaydı. İşte bu noktada kadınlar üzerinde çok ince ve derin çalışmalar yapıldı ve kadının evden çıkarılması ve sokağın ana aktörü olması için yasal adımlar atıldı. Peçe ve örtü yasaklandı. İçkili danslı eğlence ve toplantılarda kadın bu eylemlerin ayrılmaz bir parçası oldu. Kaç göçün hüküm ferma olduğu bir toplumdan kadınlarla erkeklerin birlikte havuzlara girdiği bir ülkeye dönüştü Türkiye.
Atatürk ehl-i dünyayı peşinden sürüklemek için onları önce lezzetlere ve keyiflere alıştırması gerektiğini biliyordu. Bunun da yolu kanaatkârlığı yadsıyıp israfı bir yaşama biçimi haline getirmesinden geçiyordu. Önce alıştırıp müptelâ etti, sonra ihtiyaç haline gelen herşey görenekleşti ve zaruret addedilir oldu. 1930’lu yıllarda şehirlerde yaşayan bürokrat ve memur için devlet kapısından içeriye kapağı atmak yetiyordu. Fakat bu kapıdan girdikten sonra dinin vicdanlara hapsedilmesi dünya işleri ile din işlerinin biribirine karıştırılmaması istendi. Yıllar geçti nüfusun yüzde sekseninin köylerde yaşadığı Türkiye’den nüfusun yüzde yirmisinin köylerde yaşadığı Türkiye’ye gelindi. Kaynaklar herkese yüksek maaş bağlanmasına yetmiyordu. İnsanca çağdaş bir hayat yaşamak isteyen milyonlar devlet kapısında iş ve aş bekliyordu. Rejim tıkanmış kendini idame etme sorunuyla yüz yüze gelmişti. Artık sloganların içi doldurulamadığı için yıllardır horlanan kitleler kendi ananevi değerlerine hitap eden siyasetlere kulak veriyordu yavaş yavaş. Sistem büyük bir hırsla siyasî arenaya talip olan bu kadronun önünü açmak zorunda kaldı. Çünkü hürriyetçi ve kalkınmacı siyasî geleneğin önemli aktörleri sahadan silinmişti. Kendine İslâmcı denen bir elit kadronun öncülüğünü ettiği siyasî parti 1996 yılından itibaren önce mahallî idarelerde yönetime geldi. 2002 yılından itibaren de iktidarı kazandı. Görünüşte ve söylem olarak sisteme ve onun değerlerine muhalif olan ve yüzyıllık bir nefretle iş başına gelen bu ekip önce umut verdi. Fakat bu çok uzun sürmedi. Elde edilen güç ve servet peşi sıra bir sarhoşluğu da getirdi.
İlginçtir ki kendini görünüşte laiklikle mücadeleye adamış Siyasal İslâmın mücahidleri bu dünya zevklerinden sonuna kadar yararlanmanın sadece kâfir ve sefihlerin hakkı olmayıp kendilerinin hakkı olduğunu söylemeye başladılar. Sadece alkol hariç diğer bütün nimetlerden helâl haram demeden sonuna kadar istifade ettiler. En lüks otomobile bindiler, en pahalı markalardan giydiler, en gözde yerlerde yaşadılar.. Başını örtünce altına pantolon hatta tayt giymede bir sakınca olmadığı, makyajda sınır tanınmayacağı milletin gözü önünde en pahalı restoranlarda ve kafelerde yemek yemenin Müslümanlığın bir gereği olduğu düşünülür hale geldi artık.. Danssa dans, eğlenceyse eğlence her yerde varlar şimdi. Bunlar Müslüman ve özellikle başörtülü, türbanlı Müslüman.
Allah bütün bunları benim için yarattı, çünkü ben Müslümanım ve benim hakkım bunları sonuna kadar zevk etmek diyorlar.