İstanbul’un kalabalık bir caddesindeyken evindeymiş gibi hissedenler de vardır, ıssız dağlarda ya da uçsuz bucaksız görünen bir ovada, ya da benim gibi deniz kenarında... İnsanın kendini evinde hissettiği yer, çocukluğunu geçirdiği coğrafyayla açıklanabilir. Ama ev dediğimiz şey, öylesine çelişkilerle dolu bir yer ki... Evi oluşturan duvarlar ya da etrafını çeviren çitler, güvenlik ve huzur duygusu verdiği gibi, içimizdeki macera özlemini kışkırtan bir hapsedilmişlik hissini de simgeleyebilir. Bu ‘ev’ hissini, ilişkilerde de yaşamak mümkün. Bazı kadınlar ve erkekler, güvenli bir ev hissi verirler insana, onlara sarılmak yuvadaymış gibi hissettirir, bazıları da tehlikeli bir macera hissi uyandırırlar, sanki bu iki zıt duyguyu bir kişide bulmak mümkün değilmiş gibi...

Günümüzde pek çok film ya da dizinin ana teması, ilişkiler, özellikle romantik olanlar; çünkü ilişki meselesi hiç bitmeyecek karmaşık bir mesele... Bugünlerde popüler olan ‘Normal İnsanlar’ adlı genç bir romancının romanından uyarlanan TV dizisinde de, çoğu kişiye geçmişe götüren yerli dizi ‘Aşk 101’de de aynı çelişkileri, duygularıyla başı dertte olan gençleri görüyoruz. Sanırım, günümüzdeki en önemli sorun, kendi ‘ev’imizi içimizde inşa etmekle ilgili...

Kendi ‘ev’imiz, geldiğimiz, ait olduğumuz, özlemini duyduğumuz, koşulsuz kabul edildiğimiz yer... Kendini evinde bulamayan biri, geçmişi hatırlamakta güçlük çeker, bir şeyin özlemini duyar ama gerçekte neyi özlediğini bilemez, kendisini sürekli yargılar, suçlar, başkalarında arar o ev duygusunu, başka aşklarda, dostluklarda ama o evlerde de her zaman misafir olduğunu hisseder, o yüzden alıngandır, hassastır, her an gidecekmiş ya da terk edilecekmiş gibi tedirgin.

Ama ilginçtir, masallarda, mitolojide, pek çok roman ve filmde, insanın kendini bulması için ‘ev’i terk etmesi ve yolculuğa çıkması gerektiği işaret edilir. Yol hikâyeleri pek hoştur, insanın kendini ve hayatı tanımasına neden olan... Psikoterapide ‘ayrışma’ dediğimiz bu mesele, özellikle ergenlik döneminin başat meselelerinden birisi. Aslında bu evden ayrılma, anne-babanın sağladığı yuvadan çıkıp insanın kendi yuvasını arama serüveni, kendi içimizdeki yuva duygusunun ne kadar sağlam kurulup kurulmadığına göre şekillenir.

Bebek ile anne arasındaki o gizemlerle dolu ilişki üzerine ne kadar çok çalışma yapılsa yeridir, içimizdeki yuvanın temelini atan o ilk duygular, temaslar öylesine derin ki...

Stephen A. Mitchell, ‘ev’in önemini şöyle dile getirmişti: “Ev deneyiminin uyandırdığı bağlanma ve ait olma duygusunda ya da evimizden gelen veya birlikte bir ev oluşturduğumuz birinin varlığında duyumsadığımız derinlik, içimizde olanla dışımızda olanın, geçmişle geleceğin, geçmişte ve şimdi ne olduğumuzla gelecekte ne olacağımızın ve ne olmayı arzuladığımızın bir çeşit uyuşumunu, kapsayıcı tınısını yansıtır.”

Kendi içimizdeki ‘ev’i inşa edemediğimizde, ne yaşadığımız şehri, ne de bir gezegen olarak dünyayı ‘ev’imiz gibi hissedemeyiz, ona gözümüz gibi bakamayız. Dönebileceğimiz bir yuva olduğunu bildiğimizde çıkılan yolculuklar keyifli olur. Bu kayıp çağın çocuklarının, bir gün dünyayı kendi evlerine dönüştürecekleri umuduyla...