H.V. VELİDEDEOĞLU’NUN ANILARINDA TÜRKİYE DOĞASI, KENTLERİ

Çorumlu bir ailenin hukukçu evladı. TBMM’nde daha çocuk yaşta yazman olmuş, Reis Kemal Paşa’yı yakından izlemiş. Trabzon Lisesi’nde öğrenci…Sonra Devlet Onu Avrupa’ya göndermiş. Doktor unvanı alıp dönmüş. Doçent ve Profesör olmuş. Dekanlık yapmış. Yaz dinlencelerinde,  ülkeyi gezip dolaşmış. İzlenim ve gözlemlerini hiç bıkmadan, usanmadan yazmış, yayımlamış. Yıllarca hukukçu yetiştirmiş. Ordinaryüs gibi akademik unvanların en yücesine layık görülmüş. Emekli olduktan sonra, ilerleyen yaşına karşın yol gösterici rehberlik, eleştiri  yazılarını Cumhuriyet’te sürdürmüş.

Biz büyük Hukukçumuzun 1940 , 50’lerde gezdiği beldelerimizi nasıl dile getirdiğini derlemeğe çalıştık. Her cümlesinde yurt sevgisi, sorumluluk duygusu olan yazılarından bir seçme yapmağa çalıştık.

………………………..

‘’ Hozat bir tepenin yamacında çok basit, ilkel, bayındırlıktan yoksun bir kasaba. Oraya gelince, ilk TBMM’ndeki kartal gözlü, uzun ve orijinal sakallı uzun boylu, dik duruşlu, insana korkuyla karışık saygı aşılayan Dersim mebusu Diyab Ağa’yı anımsadım.’’

‘’ Hozat’tan Pertek kasabasına geldik. Oraya yaklaşırken geçtiğimiz yol değişik ve pek çekici doğa güzellikleriyle bezenmişti.’’

‘’ Kalan, küçük, yeni evleriyle pırıl pırıl bir kasaba. Eski adı Mameki. Nüfusu bir ilçe için pek az : 1 500 kişi. Kasabanın içinden geçen Munzur ırmağı, hızlı akışı ve bir kaynaktan henüz çıkmış gibi çok berrak ve duru akan suyu, dokunulmamış ve bozulmamış doğası ile, seyrine doyum olmayan bir güzellikte. Irmağın en derin yerlerinde bile dipteki yuvarlak beyaz ve boz çakıllar görünüyor.’’

‘’ Harput , sanki ölü gibi. ‘’Can çekişen kent’’ demek daha doğru olur. Çünkü, ıssız sokaklardaki evlerinin kapı eşiklerinde çömelmiş veya oturmuş sadece birkaç ihtiyar adam gördüm bu bırakılmış kentte. Göç yüz yıldan beri sürüp gelmiş. Böylece koca Harput’ta, göç olanaklarından yoksun birkaç aileden başka kimse kalmamış. Onlar da yok olduktan sonra Harput tam bir ölü kent olacak.’’

……………………..

‘’ Yurdun uzak köşelerine doğru yollanmak, denizinin, gök, dağ ve ovalarının renk renk ve çok değişik güzelliklerini hiç kanmayan ve bitmeyen bir sevgiyle sindire sindire seyretmek : Türk insanının her defasında yeniden gözlediğin iyilik, dostluk ve yakınlığını ruhumda duymak, az coşku doğurucu değildi benim için. İnsanlarıyla birlikte ülkemizi de tanımak, onun taşını toprağını, engin yeşilliklerini veya kuş uçup kervan geçmeyen, ama günün saatlerine göre, ayrı ayrı tanrısal renklere bürünen çıplak bozkırlarını, bulanık akan küçük derelerinden büyük ırmaklarına, çağlayanlarına, göllerine ve denizlerine kadar bütün sularını tanımak, bilmek ve sonra bunların hepsini bilinçli olarak sevmek, sevmek…’’

‘’ Şimdi ben buralarda istediğim yere çıkabilirim, istediğim yerlerde elimi kolumu sallaya sallaya gezip dolaşabilirim. Burası benim yurdum. Göğsümü onun temiz havasıyla istediğim kadar doldurabilirim. Onun tadlı, berrak buz gibi kaynaklarından kana kana susuzluk giderebilirim. Herhangi bir yurttaşımın evinde konuk olabilirim.’’

‘’ Samsun kuru, kozmopolit bir ticaret ve ihracat limanı olduğundan mıdır, nedir, kent olarak bir türlü ısınamadım buraya.’’

‘’ Harikulade manzarası, biçimli evleriyle çok güzel bir kent Ordu. Rumlardan kalma bir kısım evlerinin beyazlığından mıdır,  yoksa sırtını arka tepelere dayayarak Karadeniz kıyısı boyunca yanlamasına uzanmış güzel bir genç kızı andırdığından mıdır nedir, prk çekici bir görünümü var kentin. Burasını , İtalyan Riviyerası’ndaki kentlere veya İstanbul Büyükada’nın Heybeli’ye bakan kıyılarına benzetirim.’’

……………………………

‘’ Mühim bir kısmı sık ormanlarla bezenmiş yemyeşil tepelerin ortasında mavi ve şeffaf bir mücevheri andıran Abant Gölüne akşam vardık.  Benim kocaman sandığım göl, bir yüzük taşı kadar minyon ve zarif; sahille öpüşen muazzam ve güzel köknar ve çam ormanlarıyla –orada su zambağı denilen – güzeller güzeli nilüfer çiçekleriyle ; yayla semasının ve etrafındaki tepelerin bütün ihtişamını, billurdan bir ayna gibi aksettiren masmavi sularıyla Abant, sanki bu dünyadan tamamiyle ayrı bir şiir ve hayal diyarı ; şairlerimizi ve ressamlarımızı bekleyen sonsuz bir ilham kaynağı ! ‘’

……………………….

‘’ Ağrı Dağı, sanki Iğdır Ovasının ardından tek başına yükselen, beyaz başını göklere dayamış bir yer tanrısı gibiydi. Tepesi sivri olmadığı için, zirveyi kaplayan kar, Ağrı Dağınınbaşına geçmiş bembeyaz bir takke intibaı uyandırıyordu insanda. Bütün ova boyunca gözden hiç kaybolmayan bu dağa bakmakla doyamadım.’’

…………………………

‘’ Iğdır’da bir düğüne davet edildik. Anadolu’nun hiçbir yerinde görmediğim düğünlerdendi. Büyük bir bahçenin bir tarafını kadınlara, karşı tarafını erkeklere ayırmışlar. Böylece düğünde kadın erkek beraberdi. Ortadaki boşlukta kadın erkek beraber yerli danslar, kazaskalar oynadılar. Kadınlar erkeklerden kaçmıyordu. Taassup denilen bir şey yoktu.’’

…………………………

‘’ Ben Kağızman’da yediğim kayısı kadar güzel kokulu, tadlı ve orta boy şeftali büyüklüğünde pürüzsüz sarı renkli kayısı cinsini şimdiye kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde görmedim.’’

………………………

‘’ Bana Cilavuz Köy Enstitüsü’nü gezdirdiler. Yeni çalışma ve programlaşma tarzını izah ettiler. Fidanlık, elektrik santralı, değirmen, atölyeler, kümesler, arı kovanları, kooperatif bölümü, hepsi büyük bir intizam içinde işliyor ve buradaki çocuklar vazifelerini müdrik bulunuyorlardı. Arıların bal yapma faaliyetini kovandaki camın arkasından, hayatımda ilk defa, seyrettim.’’

………………………..

Sarıkamış’a gelirken ve biraz da Sarıkamış’tan sonra, yer yer kesilmiş olmakla birlikte, hala da güzel olan ulu çamlarla dolu orman parçaları gönül ferahlatıyordu. Fakat öte yandan, vatanımızın bu güzel ormanlarının uğradığı tahribat, yürekler acısıydı. ‘’

………………………..

‘’ Tortum Şelalesine gelmeden çok önce onun sesini, daha doğrusu uğultusunu duyduk. Bu uğultu, oraya yaklaştıkça kuvvetleniyordu. Su, 60 metre yükseklikten düşüyormuş. Düştüğü küçük göl sathından 10-15 metre yükseğe kadar olan kısım sanki bir köpük fırtınasını andırıyordu. Daha doğrusu üst yandaki parlak, cilalı su akıntısı, alt yana, korkunç bir köpük bombası halinde düşüyordu. Görülecek bir manzaraydı bu.’’

……………………….

‘’ Zigana Dağlarından geçişteki güzelliğin bir sebebi buraların ağaçlı ve ormanlık olmasıydı. Yemyeşil ormanlarla bezenmiş yamaçları, dağları, tepeleri seyretmenin insanda uyandırdığı yücelik duygusu kadar güzel bir duyguyu ben başka yerlerde bulamıyorum.  ‘’

………………………..

‘’ İstanbul’dan en çok 5 saat uzakta ve oldukça rahat ve ucuz bir  yolculukla çıkılabilen Uludağ’a şimdiye kadar gelmemiş olmaktan utandım; yurdumun bu güzel dağından af dileyesim geldi.’’

‘’ Mukaddes beldeleri ziyarete giden imanlı hacılar gibi, her yaz, haftalarca kalmak üzere, Uludağ’a gitmeği adeta bir vazife, bir ibadet sayan birçok yabancı profesör tanırım. Ben Uludağ’a 1943’ün Şubat va Ağustos aylarında giderek, baştan aşağı sağlık kaynağı olan havasından, suyundan, güneşinden ve çamlarından faydalandıktan sonra, bu yabancı hocaları oraya kutsi bir aşkla bağlıyan sırra ben de erdim.’’

  • Anıların izinde. 1977. Birinci Kitap. Remzi Kitabevi
  • Anıların İzinde. 1979. İkinci Kitap. Remzi Kitabevi
  • Devirden Devire. 1. 1974. Bilgi Yayınevi
  • Devirden Devire 2. 1975. Bilgi Yayınevi
  • Devirden Devire 3. 1976. Bilgi Yayınevi
  • Türkiye’de üç Devir. 1973. Sinan Yayınevi
  • Sağsız Solsuz Demokrasi. 1976. Remzi Kitabevi
  • Yol Kesen Irmak. 1991. Çağdaş Yayınları