YAZARLAR

Aslında deprem olmadı!

Nitekim Elazığ depreminin olduğu akşam, ana kanallardan birinde spiker olay yerindeki gazeteciye bağlanır ve gazeteci “İki vatandaşın öldüğünü öğrendik” der. Stüdyodaki spiker içinse “Tabii bu teyide muhtaç”tır. Bağlandığı gazeteci arkadaşına inanmaz, çünkü “gerçek” sadece devlet derse gerçektir. Şayet teyit yoksa ölüm de yoktur…

Cumhuriyet gazetesi geçtiğimiz hafta mükemmel bir habere imza attı. Bakan Albayrak'ın Kanal İstanbul bölgesinde arsaları varmış. Birgün de keza, MEB onaylı bir kitapta başı kapalı bir kadına sevgiyle sarılan çocuğun karşısında başı açık annesine ağlayan çocuğun yer aldığı bir kitabı yayınladı. Evrensel, Basın İlan Kurumu’nun gazeteye ilan vermemesini deşifre etti. Geçen hafta ayrıca; Ankara Resim Heykel Müzesi’nde Çallı ve Bedri Rahmi yapıtları dahil 302 resmin kayıp olduğunu öğrendik ya da Trabzon'da devlet parasıyla AKP'linin oteline özel helikopter pisti yapılacağını. İktidarı zayıflatmasını beklediğimiz birbirinden önemli bu haberlere aslında her gün çokça rastlıyoruz. Ve kabul edelim ki hiçbiri bizim için bir şey ifade etmiyor. Bunlar iktidarı yıpratmadığı gibi paradoksal biçimde daha da güçlendiriyor artık.

Aynı durum Elazığ depremi için de geçerli. Depremle ilgili bütün yorumlar, haberler devletin kudretini göstermesi için birer vesile oldu. Açık unutulan mikrofondan valinin “kamuoyunda algı çok iyi şu anda” demesi bu duruma mükemmel bir örnek. Gerek Cumhurbaşkanımız, gerekse İçişleri Bakanımız bütün deprem açıklamalarında devletimizin ne kadar güçlü olduğunu üzerine basa basa ifade ettiler. Bu nedenle CNN Türk’te çadırlar içindeki depremzedelere “Mutlu musunuz” sorusunu 4 kez soran muhabire kızmayalım lütfen. Gösteri kavramıyla ve güç bir araya gelince ortaya çıkan tablo böyle şekilleniyor. Guy Debord’un, 1992’de yazdığı ünlü Gösteri Toplumu kitabında dediği gibi: “Günümüzde, üretimin ve algılamanın tamamını tahrif etmek için gereken bütün araçları elinde tutan gösteri dünyası, en uzak geleceği şekillendiren tasarıların denetimsiz efendisi olduğu kadar anıların da mutlak efendisidir. Her yerde tek başına hükmeder.” Enkazlar arasında selfiler çekmemiz bundandır. Bu “gösteri” zihniyeti dünyasında sağ kurtarılanları alkışlarız, ölenleri “anılarımızda unutmamız” istenir, zaten deprem vergilerine ne oldu diye sormanın da “şimdi sırası değildir”, gösteri devam edecektir daha…

Baudrillard’ın kitabının ismi her şeyi özetliyor aslında: “Körfez Savaşı Olmadı.” Tamam işte aslında deprem falan da olmadı, “Mutlusunuz değil mi” sorusu bu açıdan daha da manidardır. Gerçeği formüle eden ve sunan her zaman otoritedir. İktidarla organik ilişki halindeki gazeteciler, televizyoncular bu otoritenin bilinçli ya da bilinçsiz önemli dişlileridir. Nitekim Elazığ depreminin olduğu akşam, ana kanallardan birinde spiker olay yerindeki gazeteciye bağlanır ve gazeteci “İki vatandaşın öldüğünü öğrendik” der. Stüdyodaki spiker içinse “Tabii bu teyide muhtaç”tır. Bağlandığı gazeteci arkadaşına inanmaz, çünkü “gerçek” sadece devlet derse gerçektir. Şayet teyit yoksa ölüm de yoktur… O zaman aslında deprem de yoktur, ama devletin gücü vardır ve her zaman bakidir.

Bilgi ve haliyle haber, her zaman temelde muktedirlerin elinde araç oldu. Lakin görece 80’lere kadar "düzgün" gazetecilik diyebileceğimiz bir alan, tüm dünyada inkar edilemez olaylar, skandallar sözkonusu olduğunda (ilk paragraftaki haberler gibi) her zaman işledi. Rabıta, İSKİ ya da Watergate skandalları ilk aklımıza gelen çarpıcı örnekler... 90’larda ise uydu teknolojisinin gelişmesi, CNN’in savaşı odalarımıza sokan canlı yayınları ve en nihayetinde internet, bir anda her gün yüzlerce habere maruz kalmamıza neden oldu. Hangisine bakacağımızı şaşırırken aslında hiçbirine bakmadığımızı da yavaş yavaş fark ettik. Haber almıyoruz aslında, haberleri tüketiyoruz.

Yine Baudrillard’ın simülasyon teorisi, bu alanda sık kullanılan kavramlar arasında yer alıyor olsa gerek. Baudrillard’a göre “düşünce ile gerçeklik birbirinden büyük bir hızla, aynı doğrultuda olmayan, şaşı bir hareket içinde uzaklaşmıştır.” Türkiye’de hemen her gece televizyonlarda savaşın kutsandığı, çevre katliamlarının meşrulaştırıldığı oturumlar ve sosyal medyadaki troller aracılığıyla farklı bir “gerçeklik” algısının yaratıldığı, “şaşı” bir süreçten geçiyoruz. Gazetelerin tirajlarının düştüğü, sosyal medyanın, internetin yoğun egemen olduğu bir ortamda hala ve hala televizyon önemli bir mecra. Her gün, her şeyi bilen uzmanlar, televizyoncular, akademisyenler, televizyon ekranlarında “gerçek”ten daha “gerçek” algısı yaratan bir hiper-gerçeklik sunuyor bize. Bu hiper gerçeklik ortamı her gün maruz kaldığımız yüzlerce haber arasında soluklanmamıza fırsat vermeden devam etmemize neden oluyor. “Bilgi yorgunluğu sendromu” olarak tarif edilen durum işte tam da böyle bir şey… O kadar çok şey biliyoruz ki, aslında bildiğimizin şuurundan bile yoksunuz adeta.

Muhatap olduğumuz bu haberleri ne tartmaya, ne tartışmaya, ne de haber takibi yapmaya vaktimiz var. Çünkü her şey hızlı olmalı, hızlı yemek yemeliyiz, hızlı mesajlaşmalıyız, hızlı tweet atmalıyız, her şeyi hızlı yaptığımız için vaktimiz yok düşünmeye… Düşünce ile gerçeklik birbirinden koptuğu için düşünecek halimiz de yok, bize sunulan “gerçekle” idare etmeliyiz. Değişimin hızına yetişemeden diller, süreçler, kavramlar ve en nihayetinde haberler buharlaşıyor. Anlam uzaktaki bir köy artık, gitmesek de görmesek de…

Yazının başındaki “skandal” yaratması beklenen haberlere dönecek olursak, bunlar paradoksal biçimde “Bak hiç etkilenmedim, acımadı kiii” diyen iktidarın gücünü göstermesinin aracı haline geldi adeta. Yargıya, medyaya, akademiye ya da başka aktörlere meydan okudukça iktidar kudret şerbetinden daha çok içiyor, gücü kutsayan hedef kitlesi de daha konsolide oluyor. Çünkü bu haberler “uluslararası komplonun parçaları, dolayısıyla hepsi yalan haber"… Bu nedenle aslında sarsması gereken bu haberler. “Ne yaparlarsa yapsınlar dimdik ayaktayız” demeye de vesile yaratıyor.

Bunca hiper gerçeklik ortamı içinde "bu tarz haberler yapılmasın işe yaramıyor" demiyorum, aksine yaşadığımız süreci daha çok deşifre etmek gerekiyor. Ama "kral çıplakken" bundan görev ve nema çıkartmayı beceremeyen, sosyal medya ve direnen bir avuç geleneksel medyaya arka çıkacak, sağından-soluna bütün muhalefetin cibilliyetsizliğini, durağanlığını da artık deşifre etmemiz ve yeni dilin, yeni bir organizasyonun kurulmasını da talep etmemiz gerekiyor. Bunun ortamının hazır olduğunu, böyle bir toplumsal talebin varlığını Haziran seçimlerinde gördük aslında.

Yoksa her şey havada kalıyor. İstanbul’da sütler dağıtılsa da “dağıtılmıyor” ve her şey güzel olsa da olmuyor, aslında deprem bile olmuyor “Mutlu musunuz” soruları sorulabiliyor. Bakan’ın arsalarının olması manşetlerden öteye gitmiyor. Yeni dil, yeni organizasyon yaratılmadan, muhalefet de dahil bütün muktedirler bize, “CHP’ye oy vermeliyiz şimdi sırası değil”, “yaraları sarma zamanı, deprem vergisini sorgulamanın şimdi sırası değil”, “falanca askeri harekat varken kenetlenme zamanı, şimdi sırası değil” demeye devam edecek ve o “sıra” ne yazık ki hiç gelmeyecek.


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.