Amerikalı bir siyah hangi yanımıza denk düşer?

George Floyd’un ırkçı ve geçmişi şiddet ve suçla dolu beyaz bir polis tarafından katledilmesi ve onun ardından sosyal medyada pek çok kişinin Türkiye’de polisler tarafından öldürülen nice genci/çocuğu hatırlatması, Amerikalı siyahın “alamadığı nefes”in buradan hissedildiğini gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Mehtap Tosun*

Karantinada, her birimizi çevreleyen ölümün ortasındayken bile her gün artan polis şiddeti, erkek şiddeti, zorbalık, işkence ve cinayet sahnelerine tanıklık ediyoruz. Çünkü şiddet karantinada değil, sürekli teyakkuzda ve kendisini unutturmama derdinde. En son yaşanan şiddet vakalarını biraraya getirirsek bunu çok daha net bir şekilde görmüş oluruz. Cemevlerine polisin girmesi, Bakırköy’de kilisenin kapısının yakılmak istenmesi, Kuzguncuk Ermeni kilisesinin haçının çalınması, Kürtlere ait mezarların tahrip edilmesi, süreğen kadın cinayetleri ve en yenisi iki gün önce Hrant Dink Vakfı’na gönderilen yazılı ölüm tehdidi içeren e-posta ve daha niceleri. Bu son vakaların hepsi şiddetin bu ülkede pek çok kesime yabancı olmadığını ve hatta şiddetin o kesimlerin kimliklerinin bir parçası haline geldiğini gösterir. Bir başka şeyi daha gösterir, o da klasik “barbar” ve “uygar” ayrımının anlamsız hale gelmesi. Çünkü barbar olarak tanımlanan davranışları engellemek, önlemek amacıyla geliştirilen devlet, hukuk vb. gibi örgütlenmeler, uygarlığın şiddetin önüne diktiği tüm değerleri ve kurumları işlemez hale getirmiş ve şiddetin üreticisi olduğu görülmüştür. Bu nedenle uzunca zamanlardan beri şiddeti hissedenler ve hissetmeyenler olarak ikiye ayrılmış bir toplum içerisindeyiz ve görünmezleşen kesimlerin varlıklarını ancak şiddete maruz kaldıklarında yeniden hatırlıyoruz. Toplumsal safların bu şekilde ayrılmışlığının Türkiye dışında en iyi örneğini Amerikalı siyah George Floyd’un bir polis tarafından işkenceyle öldürülmesinde ve sonrasında Amerika’nın birçok eyaletine yayılan protestalarda görebiliyoruz. Bu protestoların birinde, sosyal medyanın gündemine oturan ABD'li aktivist Tamika Mallory'in yaptığı konuşma devletin cepheleşmesi, şiddeti, hukuku üzerine adeta bir manifestoydu. Tamika şöyle diyordu:

"Polisleri tutuklayın. Hepsini tutuklayın. Sadece bazılarını değil, sadece Minneapolis’dekileri değil. Tüm şehirlerde, Amerika’nın tamamında, siyahların katledildiği bütün şehirlerde, tüm şehirlerde tutuklayın. Bütün mevzu bu, işinizi yapın. Bu ülkenin güya herkes için özgürlükler ülkesi olması gerekiyor. Bu ülke siyahlar için hiçbir zaman özgür bir ülke olmadı. Bize yağmadan bahsetmeyin. Yağmacı sizsiniz. Amerika bizi yağmaladı. Amerikalılar buraya ilk geldiklerinde Amerikan yerlilerini yağmaladı. Yani yağma sizsiniz. Biz şiddeti sizden öğrendik.”

Bu cümlelerin her biri devletin siyahlara meşru gördüğü süreğen şiddeti, yani cezasızlığa imkan tanıyan hukuk dışında bırakılma hallerini yüksek sesle ifade ediyordu. Tamika’nın sözleri Türkiye’ye uyarlanabilir mi? Elbette aralarındaki farkları ortadan kaldırmamalı, ama vurgulanması gereken nokta iktidarların şiddet potansiyellerinin ve yöntemlerinin ciddi benzerlikler taşıdığıdır. “Özgür bir ülke” düşüncesi vatandaş tahayyülü dışında bırakılan, “ulus” topluluğunun dışına atılan kesimlere ancak ölümün, şiddetin çevrelediği bir özgürlük vadediyor. “Devletin işini yapması” ise bu ülkede şiddete maruz bırakılan bütün kesimlerin hukuka ve adalete ulaşabilme çağrısıdır. Peki devlet ile polis şiddeti arasında nasıl bir bağlantı var? İktidarların aracısı olan polisler genel anlamda suçların cezasız kalacağı bilinciyle çatışma alanına çıkarlar. Daha gaddar ve canice eylemler geliştirmelerinin nedeni görevlerini kötüye kullanmaları durumunda üsleri tarafından cezalandırılma endişesi taşımamalarındandır. Dolayısıyla, cezasız kalma durumu Jacques Semelin’in deyimiyle hem “şiddet sarhoşluğu” yaratıyordu, hem de “onlara ölümcül fantazmalarını gerçekleştirme imkanı veriyordu.” Buna iktidarların kışkırtıcı rolünü de ekleyin, nefret dolu düşman temsillerinin ve şiddet kimliklerinin oluşmasını sağlıyorlar; mesela Türkiye’de en çok kullanılan “kılıç artığı”, “vatan haini”, “terörist”... ve Amerika’da syahlar için söylenen “zenci”, “nigger”, “yağmacı” vb. gibi. O yüzden herhangi bir polis müdahalesinde onlardan duyduğumuz “Ben devleti temsil ediyorum, ben devletim” cümlesi onlara verilen fiili yetkinin ve cezasızlığın kanıtıydı. Ancak polisleri cezadan bağışık tutma hali, aynı zamanda işledikleri bütün suçlara toplum izin vermiş ve toplum adına yerine getiriliyormuş gibi görülmesine de yol açar, ki en tehlikelisi de budur.

George Floyd’un ırkçı ve geçmişi şiddet ve suçla dolu beyaz bir polis tarafından katledilmesi ve onun ardından sosyal medyada pek çok kişinin Türkiye’de polisler tarafından öldürülen nice genci/çocuğu hatırlatması, Amerikalı siyahın “alamadığı nefes”in buradan hissedildiğini gösteriyor. Peki sergilenen vahşetler karşısında nefessiz kalan, tıkanan beden, aynı zamanda o toplumun da tıkanmış olduğunun ifadesi değil midir?

Semelin, J. (2011) Arındırma ve Yok Etme : Katliam ve Soykırımın Siyasi Kullanımları, çev. Melike Işık Durmaz, İletişim: İstanbul, ss. 346,374

*Dr. Sosyolog