YAZARLAR

Erdoğan, otoriter rekabetçiliğiyle, kendisini seçim yenilgisine değil tasfiyeye mahkûm etti

Erdoğan’ın iktidarda kalmak için iktidarı dönüştürmeye çalıştığını değil, iktidarın dışında bir siyasi yaşamı tahayyül edemediği için otoriterleştiğini söylemek daha doğru -ki bu da, yeniden Cumhurbaşkanı seçilememesinin, onun güçlü bir muhalefet lideri olmasına değil siyasal yapıdan tasfiyesine neden olacaktır.

Rekabetçi otoriterlik ile ilgili tartışmaların yanlış olduğunu, AKP ile mücadele birikimini zayıflattığını ya da AKP’nin gerçek yüzünü gizlemeye yönelik hinlikler taşıdığını düşünmüyorum; tıpkı bunların, AKP dönemini dört başı mamur tarif edebildiklerini düşünmediğim gibi. Benzer şekilde, izlediği politikalardan hareketle mevcut yönetimin “totaliter” olarak tanımlanmasının (siyaset) bilimsel olmadığını düşünsem de (AKP) İslâmcılığın(ın) ayan beyan totaliter bir DNA taşıdığını, kendisinde tüm toplumu (hem de toplumun “menfati”!  için) “İslâm’ın nuru ile aydınlatma”, dönüştürme hakkı gördüğünü, böyle bir irade ve iştiyaka sahip olduğunu düşündüğüm gibi.

Ben bu yazıda AKP’nin otoriterliğinin temelinde iktidarda kalmak istemekten çok gitmekten korkmak, gidememek, iktidarın dışındaki bir durumu tahayyül ve tasavvur edememek olduğunun “da” altını çizmek istiyorum.  Yazdıklarım rekabetçi/seçimli otoriterlik tartışmalarına itiraz değil, onların şerhi, onlara derkenar kabilinden okunursa sevinirim.

İKTİDARDAN GİTMEYİ GÖZE ALABİLEN YENİDEN İKTİDAR OLABİLDİ

Ben Erdoğan’ın, bizzat kendi elleriyle kendisinin bir Erbakan, bir Ecevit, Demirel ya da Türkeş olmasının yolunu kapattığını; kendisini 2015 Haziran’ı itibarıyla iktidara mahkûm ettiğini; bir muhalefet partisi lideri olarak sonraki seçimleri bekleyebilme seçeneğini devre dışı bıraktığını düşünüyorum.  Yeri gelmişken, bu seçimlerde bir yandan yüzde 10 seçim barajının hem fikren hem de pratikte devre dışı kalmasının, diğer yandan da MHP’nin HDP ile eşit sayıda MV çıkarmasının -ilerleyen süreçte MHP’nin de itelemesi, önünü açmasıyla- sistemin CBHS’ye doğru kıvrılmasının yolunu açtığını da not etmiş olayım.

MHP’nin de itelemesiyle inşa edilen millî şef sistemi replikası ile Erdoğan kendi önünde tek kart bıraktı: İktidar. Oysa 60’lardan başlayarak 2000’lere kadar Türkiye siyasî hayatında bir şekilde etkili ve yönlendirici olan siyasetin dört yapraklı yoncası (Ecevit-Demirel-Erbakan-Türkeş) tüm hatalarına, yanlışlarına, beceriksizliklerine, öngörüsüzlüklerine… rağmen Erdoğan’ın düştüğü bu hataya düşmemişlerdi. Sadece onlar mı? 27 yılın tek partisinin (ikinci) Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dahi, eski bakanı, yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ve eski CHP milletvekili yeni Başbakan Adnan Menderes’in yönetimindeki 50’ler siyasî-idari mekanizmasında bir muhalefet partisi lideri olarak bulunmayı kendisine zül görmedi. Yukarıda ismi geçenlerden her biri iktidardan gitmeyi göze alabildikleri için, sonrasında yeniden (iktidara) gelişlerini kolaylaştırdılar. Hele Demirel’in şapkayı alıp [iktidardan] gitme metaforu, bir siyasal motto olarak siyasî tarihimize yazıldı. Bu nüans AKP otoriterliğinin tamamını açıklamaz; lakin AKP’nin otoriterliği izah edilirken bu nokta, bu “(iktidardan) gidememe“, bu “iktidarda olamamanın tanımsız/tahayyül-fersâlığı“nın yarattığı sorunlar da asla ve kat’a gözardı edilemez.

AKP, 7 Haziran 2015’te tek başına iktidar olma vasfını; 1 Kasım’a gelindiğinde ise artık bir “güçlü bir ana muhalefet partisi” olma -kelimenin tam anlamıyla- “şans”ını kaybetti. Haziran seçimlerinden sonra beklenen, Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ (AKP) Dönemi’nden sonra Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmesiydi; bu olmadı. Erdoğan resmî, hukukî bir koalisyon hükûmeti içinde yer almayı ya da ana muhalefete geçerek kendisine rağmen kurulacak bu güçsüz koalisyon hükûmetinin bir an önce yıkılmasını beklemeyi tercih etmedi, edemedi; böyle bir durumu tercih etmedi değil, tahayyül dahi edemedi.  Aksine, seçimlerin yenilenmesine karar almayı ve ülkenin doğusunda yaşanan (handiyse) bir iç savaşı yeğledi: Sistemin idarî yapısını dönüştürerek kaybolan iktidarını tahkim etti, devlet mekanizması içindeki yalnız/tek adamlığının altını çizecek idarî reformları (CBHS ve diğerleri) pekiştirdi, 15 Temmuz’daki İslâmcı darbe girişimini bir fırsat bilerek tüm muhalefeti tasfiye etmeye yöneldi ve tüm bunları da fiilî bir koalisyonla (Cumhur İttifakı) yapmayı, özetle bir millî şef replikası(CBHS) inşa etmeyi tercih etti. İşte bu süreç aynı zamanda, Erdoğan’ın kendisini iktidara mahkûm etmesinin de yolunu açtı. O yüzden bir seçim yenilgisi AKP için ne anlama gelecek, şimdiden tam olarak bilinmez; lakin bu yenilginin Erdoğan’ın siyasî hayatı için bir kırılma anlamına geleceği, böyle bir seçim yenilgisini Demirel gibi “Şapkamı alır giderim!” esprisi ile ya da “Halk bize muhalefet görevi verdi!” olgunluğu ile karşılamakta zorlanacağı kuvvetle muhtemeldir. Velhasıl, bir otoriterleşme, bir iktidara çöreklenme ile karşı karşıya olduğumuz bir vaka; ancak benim ısrarla üzerinde durmak istediğim nüans, Erdoğan’ın iktidarda kalma iştiyakından daha fazla iktidardan gitme korkusunun -daha doğrusu bu ihtimali dışlamasının- onun otoriterliğini beslediği yönünde. Tüm bu nedenlerledir ki bir seçim yenilgisinin Erdoğan’ın siyasal sistemden tasfiyesi, siyasetin dışına itilmesi anlamına geleceğini, Erdoğan’ın otoritesinin ve AKP otoriterizminin düşünüldüğünün aksine zayıf ve kırılgan olduğunu, bir güçten çok güçsüzlüğün tahkimiyle alâkalı olduğunu düşünüyorum. Özetle Erdoğan’ın iktidarda kalmak için iktidarı dönüştürmeye çalıştığını değil, iktidarın dışında bir siyasi yaşamı tahayyül edemediği için otoriterleştiğini söylemek daha doğru -ki bu da, yeniden Cumhurbaşkanı seçilememesinin, onun güçlü bir muhalefet lideri olmasına değil siyasal yapıdan tasfiyesine neden olacaktır.

REKABETÇİ OTORİTERLİK ve ERDOĞAN’IN İKTİDARA MAHKUMİYETİ

Bu noktada, Erdoğan’ın seçim yenilgisi ve akabinde tasfiyesinin, zaten meşruluğu sürekli tartışılan, muhalefetteki hiçbir partinin sahiplenmediği bu CBHS sisteminin tasfiyesini getireceğini de belirtmek gerekiyor:  CBHS’nin ömrü Erdoğan’ın iktidarı ile sınırlı, reistokrasi Reis ile mahduttur. CBHS’nin tasfiyesi eski sisteme dönüş şeklinde mi olacaktır -ki bu da pek mümkün değil- tasfiye sonrasında nasıl bir yapı ortaya çıkacaktır, bu tasfiye ne kadar zaman alacaktır… bunların hiçbirini şu an için bilmek mümkün değil. Ama ayan beyan olan bir şey varsa o da Erdoğan’ın iktidarı yitirmesinin CBHS’nin sonu, CBHS tartışmalarının da Erdoğan iktidarını bitirmenin bir anahtarı olduğudur. Nitekim tüm muhalefet partileri de stratejilerini bu gerçeğin üzerine bina etmekteler. AKP’nin seçimleri kaybetmesi, Erdoğan’ın muhalefet partisi lideri olarak yoluna devam edeceği, başka bir ismin CBHS’nin yeni cumhurbaşkanı olarak iktidara geleceği bir yapıyı ima etmiyor;(1) aksine AKP’nin seçimleri kaybetmesi hem kendini iktidara mecbur bırakan Erdoğan’ın siyaset dışı bırakılacağı, tasfiye edileceği (ki şu anda kendi partisi içinde de Erdoğan sonrası tartışılmaktadır. Sedat Peker videolarını bir de post-Erdoğan AKP’si ile ilgili tartışmalar ekseninden izlemekte yarar vardır) hem de her ne kadar CBHS ile şekillense de ondan çok daha fazla bir anlama, küresel bir bağlama sahip reistokrasinin tasfiye edileceği bir yapıyı ima etmektedir. Özgürlüklerin küresel ölçekte aşınmasının, tüm dünyada görülmeye başlayan popülist otoriter eğilimlerin Türkiye varyantı olarak reistokrasinin tasfiyesinin bir özgürleşme getireceği kesindir. Ancak bunu bir mucize, bunu Türkiye’nin bir politik ba’sü ba’de’l mevt’i şeklinde tahayyül etmemekte de fayda vardır. AKP’nin seçim yenilgisi, Erdoğan’ın ve CBHS’nin tasfiyesiyle Türkiye’nin bir anda Norveçleşeceğini, özgürleşeceğini tahayyül etmek, Türkiye’de otoriterizmin tek kaynağının ve tek nedeninin Erdoğan’ın (ve CBHS’nin) mevcudiyeti olduğunu düşünme yanlışına bizi götürür. Yumurta-tavuk esprisine saplanmaya gerek olmasa da Türkiye’de otoriterizmin hem kültürel hem de Osmanlı’dan (Osmanlı’ya da Bizans-Pers geleneğinden) Cumhuriyet’e ve günümüze miras devlet yönetim gelenekleriyle şekillendiğini de unutmamak gerekiyor. Erdoğan otoriterizminin her şeyden ama her şeyden önce bu yerli ve millî değerlerimiz (!) üzerinde yükseldiğini hiç unutmamak lazım.

CBHS tartışmalarının Türkiye’nin değil AKP’nin, en başta da Tayyip Erdoğan’ın bir sorunu olarak ortaya çıktığını unutmayalım. Tartışmaların bir yönetim sistemi tartışması hâline getirildiğine bakmayın lütfen; yukarıda da belirttiğim gibi başkanlık sistemi tartışmaları diye önümüze konulan tartışma aslında, Tayyip Erdoğan’ın AKP içinde kaybetmekte olduğu gücü tekrar kazanma ve hukukî mekanizmalarla bu gücü garanti altına alma operasyonundan, reistokrasinin inşası ve berkitilmesi gayretinden başka bir anlama gelmedi.

Sırayla anlatmama izin verin. Yukarıdaki cümlemi bileşenlerine ayırıp peyderpey ne demek istediğimi özetlemeye çalışayım. Şöyle bölelim yukarıdaki ifadeyi:

1- Cumhurbaşkanlığı makamı, Tayyip Erdoğan’ın AKP içerisindeki gücünü artırmadı, azalttı. Erdoğan görünenin aksine partiyi denetim altına almakta zorlanmakta. Davutoğlu’nun istifası ve Binali Yıldırım’ın Başbakanlığa tayini; daha olmadı başbakanlık kurumunun lağvı bunun sadece birkaç örneğidir. Günümüzde Sedat Peker etrafında dönen tartışmalar, MHP’nin Süleyman Soylu’ya arka çıkması vb. dahi bu açıdan okunabilirler.

2- Tayyip Erdoğan’ın bugün siyasal sistem üzerinde sahip olduğu tüm gücü, sadece ve sadece, AKP içerisindeki gücüne bağlıdır; ondan kaynaklanır, ondan türer ve ancak onunla yoluna devam edebilir. Bu konuyu Gazete Duvar’daki daha önceki yazılarımda da dile getirmeye çalışmıştım. CBHS hem cumhurbaşkanı hem başbakan olmanın hem de (siyasal gücünün asıl membası olan) partinin karar mevkinde oturmanın en kestirme yolu olarak düşünüldü. Asla, parlamenter sisteme bir alternatif, güçler ayrılığı prensibini tatbikin başka bir tekniği vb. olarak düşünülmedi.

İzninizle en başa döneyim ve Cumhurbaşkanlığı makamının, Tayyip Erdoğan’ın AKP içerisindeki gücünü nasıl azalttığını bir kere daha özetlemeye çalışayım. Çünkü bugün (rekabetçi, seçimsel, sözde, vb. hangi kavramlarla tanımlanırsa tanımlansın) bir otoriterleşme olarak tezahür eden sürecin, AKP’nin gücünün, otoritesinin artması, pekişmesi ile değil, aksine azalması, kırılganlaşması ile açıklanabileceğini düşünüyorum. Şöyle devam edeyim: AKP’nin olağanüstü kongre kararı (5 Mayıs 2016) alması ve Davutoğlu’nun bu kongrede aday olmayacağını açıklaması, hukukî anlamda değilse de siyasî anlamda bir istifa olarak yorumlandı; hiç de yanlış değil. Yanlış olan, Davutoğlu’nun bu (siyasî) istifasının, Cumhurbaşkanı’nın hâlâ ne kadar muktedir, parti içerisinde hâlâ ne kadar sözü dinlenir… olduğunun bir nişanesi olarak okunmasıdır. Davutoğlu’nun istifasının, Binali Yıldırım’ın altından koltuğunun çekilmesi ve ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmesinin, Cumhurbaşkanı’nın parti içerisindeki nüfuz ve gücünü değil, bu güç ve nüfuzunun aşındığının (ama yine de bu operasyonları gerçekleştirecek kadar güce sahip olduğunun, tabiri caizse “cami yıkılsa da mihrabın yerinde” olduğunun) bir işareti olduğu ise pek dikkate alınmadı.

Rahatlıkla iddia edilebilir ki Davutoğlu’nun istifasından en çok üzülen kişi, Cumhurbaşkanı’nın kendisiydi. Her ne kadar bu istifa, bir kongre kararı sonucunda cereyan eden bir genel başkan değişikliğine indirgenmeye çalışılarak olağanlaştırılmaya gayret edilse de gerçeğin hiç de öyle olmadığı gün gibi ortadaydı. AKP, Tayyip Erdoğan’a -kısmen ve alçak sesle de olsa- direnmekteydi. Bugün reistokrasiyi konuşmanın en önemli göstergelerinden biri de işte bu genel başkanlık değişimi meselesidir.

AKP, ERDOĞAN VE SAĞ ARASINDAKİ İLİŞKİ: BEN SANA MECBURUM BİLEMEZSİN

Söylemeye çalıştıklarımı -hülasa- şu başlıklar altında toparlamaya çalışayım:

1-AKP, kurulduğu tarihten yakın zamana kadar, herhangi bir sağ parti, sağ partilerden herhangi biri gibi değil, sağı kendi içinde eriten, dönüştüren bir mihver olarak kabul görüyordu. Parti, teknik olarak Fazilet Partisi içerisindeki liderlik yarışından sonra yaşanan bölünmeye müteakip Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki bir ekip tarafından kurulmuştu. Tabir-i caizse iktidara gelmesinden kısa bir süre sonrasından yakın zamana kadar AKP sağ partilerden biri değil, neredeyse sağın kendisi, sağın hamisi ve banisiydi.  Oysa geçen süreçte artık ne Erdoğan’ın AKP ne de AKP’nin sağ üzerindeki otoritesi tartışmasızdır.

2- CBHS ile ilgili tartışmalar da bu noktada önemlidir: Nitekim Erdoğan’ı CBHS’ye mecbur bırakan, sürükleyen süreç ile AKP’nin sağ, Erdoğan’ın da AKP içindeki otoritesinin aşınması birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Her bir tartışma birbirinden etkilenen, birbirini etkileyen, tetikleyen unsurlar taşımaktadır.

3- AKP, sağ ve Erdoğan arasında kurulan “Ben sana mecburum bilemezsin" ilişkisi aslında Türkiye siyasetinin değişmeyen bir noktasının da altını çizmeye elverişlidir. DP’yle cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasındaki güç dengesi değişir; başbakanlar siyasetin belirleyicileri hâline gelirler. Ancak değişmeyen şey, parti genel başkanlarının (Erken Cumhuriyet Dönemi’nde bu kişi cumhurbaşkanı, DP ve sonrasında ise artık başbakandır) parti örgütü üzerindeki hâkimiyeti, parti içerisindeki güç dengeleri üzerindeki belirleyiciliğidir. Nitekim, ilçe teşkilatlarından parti merkez karar yürütme kurullarına kadar partilerin içlerindeki örgütsel zincirde parti genel başkanlığının belirleyiciliği hiçbir zaman değişmemiş, aynı kalmıştır. O parti içerisinde siyasî yaşamına devam etmek isteyen kişinin parti genel başkanı ile -bir şekilde- uygun bir mod tutturması gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Bu da siyasal partilerdeki lider ve örgütsel değişimi, partilerin türbülans dönemleriyle sınırlandırmaktadır. Bir başka ifadeyle, partiler ancak kendi içlerinde yaşadıkları siyasal sarsıntı, çalkantı dönemlerinde lider değişimini gerçekleştirebilmiştir. Diğer dönemlerde kurultaylar, bir nevi 23 Nisan Törenleri, partinin tek yumruk tek yürek olduğunun dosta düşmana gösterildiği iman tazeleme törenleri olma özelliğini nadiren aşmışlardır. Sadece yakın tarihimizde, Deniz Baykal’ın CHP’den ayrılışı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içerisindeki liderlik/kurultay tartışmaları da Türkiye’deki siyasal parti liderliğinin ve buna bağlı örgütsel dönüşümün ne kadar arizî ve sarsıntılı olduğunu göstermesi açısından önemlidir -belki şimdi de buna AKP içinde Sedat Peker ile başlayan Erdoğan sonrası mücadeleyi ve Saadet Partisi (SP) içerisindeki tartışmaları da eklemek gerekecektir. Gramsci’yi sadece anıp geçeceğim, onun da farklı açıdan altını çizdiği gibi, sanırım Doğu’da siyasi partilerin kendi içinde de iktidara gelmek zor, kalmak kolay; iktidarın el değiştirmesi ise arizî oluyor.

4- Elbette Tayyip Erdoğan ve danışmanları da Türkiye siyasî hayatının bu değişmeyen realitesinin farkındadırlar. Parti örgütlenmesi üzerinde kim denetim sahibiyse ilçe/il teşkilatlarından, milletvekili aday adaylarına, MYK’dan diğer tüm parti organlarına kim/ler belirleyici olabiliyorlarsa, balı kim tutuyorsa, siyasal yapıda da onlar etkili olabilmekte, onlar parmaklarını yalayabilmektedirler. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı etkili, önemli, saygın… bir mevkidir ancak bu kadar, fazlası asla değil. 1950’den bu yana siyaset, önemli, saygın cumhurbaşkanları tarafından değil ne kadar eleştirilirse eleştirilsinler ne kadar beğenilsin ya da beğenilmesin, parti örgütü üzerinde söz, yetki, karar sahibi olan genel başkan ve onun etrafında şekillenen parti oligarşisi elindedir. Unutmadan hatırlatalım ki Robert Michels’in oligarşinin tunç kanunu olarak adlandırdığı bu yapı, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada geçerlidir. Tabii ki Türkiye’deki gibi değil ama belki de en fazla ülkemizde geçerlidir.

5- Tayyip Erdoğan’ın isteği, bir cumhurbaşkanının yetki ve saygınlığı ile bir genel başkanın parti örgütü üzerindeki (ve dolayısıyla da siyasal yapının geneli üzerindeki) hâkimiyetini bir araya getirdiği bu sistemi -CBHS- kendi yaşam boyu-iktidarına payanda etmek, kalabildiği kadar uzun süre iktidarda kalabilmektir. Bu, onun “rekabetçi otoriterliğinden“ ya da Taha Parla’nın vurguladığı türden bir “totaliterliğinden“ vb. kaynaklanan değil, onun için “iktidarda olmanın" haricindeki -bir muhalif parti lideri olmak gibi- bir durumun “istenmeyen”, “arzu edilmeyen” bir durum olmayıp, aksine tam olarak “tanımsız” bir durum olmasıyla alakalıdır.

(1) Elbette seçimler mevcut yasal düzenlemelere göre yapılacağı için, seçim sonrasında yeni cumhurbaşkanı göreve başladığında bu, onun -mecburen- şimdiki CBHS usulüne göre seçilmiş ikinci Cumhurbaşkanı olması anlamına gelecektir. Ancak yazıda kastedilen tam olarak bu değildir.


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.