25 Ocak 2020 00:01

24 Ocak ve metal grevi

MESS dayatmalarına karşı miting düzenleyen metal işçileri

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Bu yazıyı ben yayınlanmasından bir gün önce, yani 24 Ocak günü yazıyorum. 24 Ocak ekonomi ve siyasi yaşamımızda çok ciddi etkiler yaratan önemli bir gündür.

Önce 24 Ocak 1980 tarihine dönelim ve kısaca ne olduğuna bir göz atalım. 1970’li yılları bir yandan Kıbrıs Barış Harekâtı, diğer yandan petrol şokları ve yaşanan müzmin ekonomik krizlerle kapatırken, Demirel tarafından Devlet Planlama Dairesi’nde görevlendirilen Özal marifetiyle bir istikrar programı hazırlanmış ve uygulamaya koyulmuştu. Program, özünde ekonomiyi serbestleştiriyor ve dış dünyaya korumasız olarak açıyordu. Böylece iç sermaye sömürüsü yetmiyormuşçasına bir de daha güçlü dış sermaye sömürüsü devreye sokuluyordu. Böylesi oyunda kimlerin kazanacağı, kimlerin altta kalacağı gün gibi ortada idi. Kısa süreli uygulama sonucunda işçi düşmanı olduğu açıkça anlaşılan program büyük tepki ile karşılaşınca, ekonomik kriz bir anda siyasi krize dönüşmüş ve askeri müdahale devreye sokulmuştur. Askeri müdahale yükselen sol cepheyi şiddetle baskılayarak, 1961 Anayasası’nın görece sosyal demokrat rengini soldurup, 1982 Anayasası zindanında, ekonomiyi dünya emperyalizminin sömürücü havuzuna attı. Böylece çözüm, yaşanan ekonomik krizin sebebine yönelmek ve olabildiğince hakça çözüme yönelmek yerine, krizin emekçilerin ve genel halkın üzerine yıkarak baskılama şeklinde gerçekleştirildi.

Baskılamalara rağmen, sistemin mimarı Özal büyük sempati topladı. Bu sempatinin bir hissesi, işveren örgütlerinde çalışmış ve o çevreden gelen biri olsa da, Özal’ın ikna gücü yüksek davranış ve ifadeleriyle politikanın önüne serptiği görüntüye ait olabilir. Bunun yanında, askeri baskı rejiminden çıkışın rahatlatıcı etkisi de açıktı. Sanırım Özal politikalarının halkı görece rahatlatıcı etkisi olabildiğince serbest piyasa rejimini uygulamaya koymasıdır. Ne ilginç; serbest piyasa emekçiyi ve halkı ezer, ama insanlara sempatik gelir! Kapitalizmin sihirli gücünü her daim halk üzerinde kullandığı araç olan piyasa gizemi, ürünlerin ulaşılabilir olmasa da piyasada var olup, vitrinde sergilenmesi satın alma gücünden yoksun insanların gıptasından çok imrenini çeker.

Halk ilginçtir; olayın içinde yüzerken geçmişi de, geleceği de irdelemediği gibi, sorunun asıl sebebi ve yaratıcısı üzerinde bilgi sahibi de olmaz. 1970’lerin krizle kapatılması tüm tantanasına ve kurulan planlama örgütünde akademisyenlerin çalışmış olmalarına rağmen, dönemin bir tür örtülü “montaj emperyalizmi” olduğunun algılanamaması, siyaset ve bilim dünyamız adına üzücü bir gelişmedir. Batılıların Osmanlı’dan ilk imtiyazlarını bizim yücelttiğimiz Kanuni döneminde almalarına analojik olarak, 1980 operasyonu da tontonluğu ile halkın bağrına bastığı Özal politikalarının ülkeyi ve ekonomiyi nerelere sürüklediği zamanında algılanamamıştır.

İnsan ve toplum bilinci üretim ilişkileri ve içinde bulunulan üretim düzeyi ile paralel oluşur. Sermaye karşısında emekçi bilincine benzer farklılık ileri ve geri ülkeler arasında, sadece gereksinim sıkışıklığına bağlı olarak değil, bilinç farkı nedeniyle de gelişir. 1980 serbestlik politikalarıyla açılan ekonomi, maalesef, finansal kaynağını da dışarıdan bulmaya yönelince dönem boyunca dış borca batmaya başladı. Ekonominin dış dünyaya olan borcu, yani cari açığı yükseldikçe, açığın finansmanında sıcak para olarak bilinen döviz girişlerine yönelindi. Dönem sonuna doğru çıkartılan ünlü 32 sayılı kararname ile ülke finansal serbestiye adım atarak, bugüne dek sarkan finansal sömürü ağına girmiş oldu.

Bu süreçleri düşünürken ve anlamaya çalışırken, insan beyninin tembelliği ve onun tetiklediği kurnazlık devreye girer. O da şudur; olayı ya da olayları fazla dallandırıp budaklandırmadan kendi çerçevesinde ele alarak, o esnada sahnede buluna aktörlerin yanlış oynadığı şeklinde yorumlayıp, gelecekte bir gün böylesi siyasi ya da ekonomik yanlışlardan kutulanacağı düşüncesiyle huzurlu sona ulaşılır.

Evet, ilk kademe suçlu siyasiler ve ilgili yöneticilerdir. Ama mesele bu denli basit değildir. Çünkü işleyen muazzam bir küresel sistem ve sistem içinde bir şekilde birbirine bağlanmış ekonomik yapılar yer almış şekilde bir bütünlük ile karşı karşıyayız. Hal böyle olunca, siyasiler ve yöneticiler sanki sistemin birer emir-kulu gibi kalmaktadır. Siyasileri kabaca halk seçtiğine göre nasıl oluyor da, iç ve dış sermayeye hizmet eden siyasileri, bizzat söz konusu sermaye tarafından ezilen halk kitlelerinden oy alabiliyorlar? Günümüzün asgari ücret ve kıdem tazminatı sorunları yanında, yükselen işsizlik, çök(kertil)en adalet ve eğitim sistemi, metal grevi ve grev karşısında hükümetin tutumu ve halkların bölünmesine rağmen nasıl oluyor da hâlâ iktidarlar gücünü koruyabilmektedir!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...