"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Manevî mücadele küresel boyut kazanarak sürüyor

21 Kasım 2019, Perşembe
“Maddî” anlamda yapılagelen savaşlar, yerini “manevî” mücadelelere terk etmiş durumda. Sadece Âlem-i İslâm olarak değil, bütün insanlık âlemi için; “ortak akıl, ortak kalp, ortak vicdan ve ortak hafıza” jeopolitiğinde hattı müdafaa değil, sathı müdafaa stratejisinin uygulandığını görüyoruz.

DİZİ - 2:

Bengi şunları anlattı:

Pozitif hukuk bakımından kanunî şartları yerine getirilen her türlü tüzel kişilik kurulabilir. Bunlar dernekler gibi kişi topluluğu, vakıflar gibi mal topluluğu ve şirketler gibi kâr toplulukları olabilmektedir. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde bunlar gayet geçerli ve makbul örgütlenmelerdir. Bu anlamda caiziyet noktasında cemaat topluluklarının da bu türden örgütlenmeler içerisinde yer almasına hukukî bir engel bulunmamaktadır. Ancak takva ve ihlâs noktasında Bediüzzaman, Risale-i Nur’un hizmet tarihçesiyle de delillendirerek özgün bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Kaldı ki kaderî boyutta da bu yaklaşımın isabeti her geçen gün daha da anlaşılmaktadır.

Çok yüzeysel bir bakışla sadece İslâm Âleminin değil, insanlık âleminin de geldiği aşama itibariyle bir arınma ve kendine gelme süreci içinde olduğunu görüyoruz. Bundan yüz küsur yıl öncesinde Hutbe-i Şâmiye ile gecenin en karanlık saatlerinde “ümitvar olunuz” müjdesine karşılık, görünüşe bakanın kendini karamsar olmaktan alıkoyamadığı bir görüntü. Çünkü, hak hukuk gibi, hürriyet gibi kavramların, kurumların, kuralların, kaynakların içinin boşaltıldığı, daha da vahimi yerine batıl anlamların yüklendiği dönemlerden geçiyoruz. 

Öyle ki Hak için Hakk’a rağmen, hürriyet için hürriyete rağmen uygulamalar var. Şu son yüz yıllık tarih dilimi bunun sayısız örnekleriyle dolu…

Aslında hak ve batıl cephesi olarak sınıflandırıldığında bu ikisi arasındaki mücadelenin, sadece dinler tarihi veya siyasî tarih bakımından değil, insan hakları temelinde insanlık tarihi boyunca da her dönemde olduğunu görmekteyiz. Elbette ahir zaman denilen bu kendine özgü dönemde de bu cepheleşme kendine mahsus surette devam edecektir, ta ki yeryüzünden silinecek son insana kadar.

Ancak konumuzla da ilgisi bakımından enteresan olan bir husus şudur: Geçmişte din gibi, devlet gibi kurumsal boyutta saldırı veya savunma konusu edilen bu mücadeleler şimdi değerler, prensipler üzerinden yapılmaya başlanmıştır. 

Yani, kurumsal ve konvansiyonel boyutta dolayısıyla “maddî” anlamda yapılagelen savaşlar, bugün yerini “manevî” mücadelelere terk etmiş durumda. Bediüzzaman’ın ifadesiyle devletler milletler muharebesi yerini tabakat-ı beşer yani sınıflar mücadelesine bırakmakta.

Mücadelenin değiştiğine bir örnekleme yapmak gerekirse: Fransız veya Yeni Zelanda zengin ve yoksullarıyla Tunus, Cezayir, Libya zengin ve yoksulları arasında değil, Fransız, Yeni Zelanda, Tunus, Cezayir zenginleriyle Fransız, Yeni Zelanda, Tunus, Cezayir fakirleri arasında mücadele yapıldığını görüyoruz. Suriye, Mısır veya bunlara destek olan diğer ülkelerin münafık ve zalimleriyle, Suriye ve Mısır ve bunlara destek veren sair ülkelerin masum ve mazlûmları arasında cereyan eden mücadeleyi de görüyoruz. Örnekler arttırılabilir elbette.

Güncel terminolojiyle küresel ölçekli yeniden bir imar projesinin dizaynına şahit olmaktayız. Yeniden yeniye kartların karıldığı, taşların yeniden oturtulmaya başladığı bir planın uygulama safhasındayız. Mavi bilye denilen ve küçük bir köye dönen dünyamızın yeni sakinlerinin yerleşim düzeni alınıyor. Yakında yaşanan Yeni Zelanda faciası karşısında dünya kamuoyunda yaşanan gelişmelerin hangi dinî ve millî sınır çizgileriyle izahı yapılabilir ki? Hele hele oradaki katliâma karşı yüksek sesle dillendirilen itirazın hangi stratejik tavır veya politikaların sonucu olduğunu söyleyebiliriz ki?

İşte aynen onun gibi, yine 100 yıl önceki bir sadık rüyadan hareketle; kaderin de bir cilvesi olarak, Kur’ân’ın etrafındaki kurumsal yapıların, surların yıkılıp, kendini hak ve hakikatin (elmas) kılınçlarıyla ve doğrudan doğruya müdafaa edeceği bir döneme dikkat çekilmektedir. Yani tamamen değerler ve ilkeler çerçevesinde bir mücadele yapılacak demektir. Dolayısıyla ifşa edilen tesbitlerin de bu gözle okunması gerekiyor. Üstelik sadece Âlem-i İslâm olarak değil, bütün insanlık âlemi için; “ortak akıl, ortak kalp, ortak vicdan ve ortak hafıza” jeopolitiğinde hak ile batılın yeni bir saf düzeni tutmaya başladığını ve hattı müdafaa değil, sathı müdafaa stratejisinin uygulandığını görüyoruz. Öne çıkarılan bütün olumsuz yöndeki görüntülerine rağmen bunun da, aslında tamamen sivil, tamamen sınırlar ötesi ve tamamen manevî boyutta cereyan ettiğine şahit olmaktayız. Tez elden kıyameti başımıza koparmazsak, akıbetin de muttakiler lehine olacağına inanıyoruz.

Sivil kalmak, samimî olmak, empoze değil kendini ifade etmek ve elbette ki müsbet hareket içinde olmak. Bu sihirli kavramların bütüncül ve tevhidî bakışla ele alınması ve irdelenmesi lâzım. Nitekim, Bediüzzaman’ın bu kaderî ve hikmete dayalı metodolojik yaklaşımını, içinde bulunduğumuz bütün zaman, mekân ve hadiselere de uygulayarak sergilediğini görebiliyoruz. Üstelik sadece yazılı veya sözlü beyanlarıyla yetinmeyip, davranışlarıyla da bunu tecrübe ettikten sonra paylaştığını da.

“Bugün geldiğimiz noktada en önemli sorumluluk payı sivil toplum örgütleri ve cemaatlerin kendi aralarındaki ilişkileri doğru kurallarla kurup yürütmemelerindedir” diyen Bengi sözlerini şöyle sürdürdü:

Bediüzzaman Hazretleri’nin “Herkes kendi mesleğinin, meşrebinin muhabbetiyle yaşasın” mealindeki sözleri prensip yapılsa idi Türkiye’de gerçek bir sivil toplum katmanı gerçekten gelişebilirdi. 

İnhisarcılık zihniyeti ve “tek doğru benim doğrumdur” anlayışı fertleri birbirinden ittiği gibi insan topluluklarını da parçalamakta, hatta birbirinden uzaklaştırıp, birbirine kırdırmaktadır.

Herkesin kendi mesleğinin ve meşrebinin muhabbetiyle hareket etmesi; “müsbet rekabet” etmesini, “menfi veya haksız rekabet” etmemesini ifade eder. Yani herkes “en güzel, en doğru, en hakikatli benim mesleğimdir” diyebilir, ancak “doğru, güzel, hak yalnız benim mesleğimdir, meşrebimdir” diyemez olan hakkaniyet prensibine göre davranmalıdır. Risale-i Nur terminolojisinde bunun adı, yine orijinal bir ifadeyle, şunun bunun hareketi değil, “müsbet hareket”tir, “ihlâs odaklı” harekettir.

Bir soru üzerine Dr. Ali Bengi, Risale-i Nur Talebelerinin hizmet tarzı hakkında da şunları söyledi:

Bediüzzaman Hazretleri vefatından önce verdiği son dersinde de enteresandır yine bu müsbet hareket konusuna girmekte ve net bir tanım yapmaktadır: Müsbet hareketin, hemen ilk akla geliveren “menfi olmayan hareket” yani “ne yapıyorsa emniyet ve asayişe dokunmadan yapmak” anlamından başka, bu kavrama metodolojik olarak çok orijinal bir boyut kazandırmaktadır:

“Aziz Kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rızâ-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır” cümlelerine göre insana düşen ancak hizmettir, içinde yoğunlaşacağı alanda süreçtir, sonuç değil. Yani karşılık, beklenti, ihtimaller, istatistikler, bilançolaştırma bizim asıl işimiz değildir. Peygambere, mealen “sana düşen ancak tebliğdir, hidayet ve muvaffakiyet ancak Allah’a aittir. Sen kendi hizmeti imaniyeni yap, Cenabı Hakk’ın vazifesine karışma” buyurulduğu gibi.

Okunma Sayısı: 3371
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı