YAZARLAR

Lübnan’a Türkiye’den verilen destek: Komplo teorisi

Lübnan hükümeti bir can simidi arıyorsa, soruşturma için Fransa’yla anlaşmak yerine Türkiye’ye başvurması çok daha yararlı olurdu. Çünkü ihmalden kaynaklanmış bir “kaza ihtimalini” en güçlü olasılık olarak bugünden duyuran Fransız yetkililerin aksine, Türkiye’de olayın bir komplo olduğunu ispatlamaya gönüllü birçok yorumcu ve yazarın şimdiden havuz medyasında ve sosyal medyada hazır beklediğini görüyoruz.

Beyrut limanında depolanan 2 bin 750 tonluk amonyum nitrat, Salı günü şiddetli bir patlamayla infilak etti. Ardında 159 ölü, binlerce yaralı ve milyarlarca dolarlık ekonomik zarar bırakan patlama insani ve maddi açıdan telafisi imkânsız kayıplara yol açtı. Bu ölçüde büyük bir yıkımın uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmesi ve değişik yönleriyle tartışılması son derece doğal. Meselenin Türkiye’de de değişik yönleriyle değerlendirilmesinde şaşılacak bir taraf yok. Ne var ki, patlamayla ilgili analizlerin bizdeki esas yönelimi önemli bir noktada dünya genelinden farklılık gösteriyor. Söz konusu farklılık siyasi sorunları kavrama ve çözmede ciddiyet yoksunluğunun ve sorumluluktan kaytarmanın belirtisi olduğundan, bu yazıda onun üzerinde duracağım.

Beyrut limanındaki patlamayı bir tür devlet başarısızlığı olarak gören eğilim dünya genelinde hâkim durumda ve Lübnan halkının iktidara yönelik tepkisi de bu minvalde gelişiyor. "Devlet başarısızlığı" diye bir ülkedeki siyasal çürümenin artık hükümetin en temel işlevlerini ve sorumluluklarını dahi ifa edemeyeceği düzeye varmasına diyoruz. Eğer devlet başarısızlığına somut bir örnek arayacak olsaydık, binlerce tonluk patlayıcı maddenin Beyrut’un en stratejik mevkiinde neredeyse 7 yıl boyunca depolanmasından daha iyisini kolay kolay bulmazdık.

Bu yüzden Lübnan’da hükümetin yürüttüğü soruşturmalar devlet başarısızlığı konusundaki eleştirilere doyurucu bir yanıt bulma hedefine kilitlenmiş durumda. Ancak süreç içinde hükümet yaklaşımında önemli bir değişiklik olduğu da dikkatimizi çekiyor. İlk günlerde hükümet sözcüleri kamuoyunu olayın tümüyle bir kazadan ibaret olduğu yönünde bilgilendirirken, Cumhurbaşkanı Mişel Avn tarafından Cuma günü verilen beyanat resmî yaklaşımda önemli bir değişikliğin işareti oldu.

Cumhurbaşkanı, bir “dış müdahale ihtimali” bulunduğunu ve patlamanın ihmalden olabileceği gibi bir roket veya bomba aracılığıyla da gerçekleşmiş olabileceğini dile getirdi. Bu değişiklik gerçekten kapsamlı bir soruşturma yürütebilmek için gerekli tüm teorik ihtimalleri değerlendirmek amacıyla yapılmış olabileceği gibi hükümetin maruz kaldığı tepkileri savuşturmak, baskıyı zamana yayarak izale etmek için kullanılmış bir strateji de olabilir. Zira komplo teorilerini hükümetler açısından en kullanışlı kılan özelliğe, yani asıl faili sorumluluktan kurtarmaya bugün Lübnan hükümetinden daha çok ihtiyaç duyan hiç kimse yoktur.

Gerçekten de Lübnan hükümeti böyle bir can simidi arıyorsa, soruşturma için Fransa’yla anlaşmak yerine Türkiye’ye başvurması çok daha yararlı olurdu. Çünkü ihmalden kaynaklanmış bir “kaza ihtimalini” en güçlü olasılık olarak bugünden duyuran Fransız yetkililerin aksine, Türkiye’de olayın bir komplo olduğunu ispatlamaya gönüllü birçok yorumcu ve yazarın şimdiden havuz medyasında ve sosyal medyada hazır beklediğini görüyoruz.

Mesela sosyal medyada etkin olan bir yorumcu, bizleri Beyrut limanının Akdeniz için taşıdığı stratejik önem konusunda kısaca bilgilendirdikten sonra dikkatimizi Mersin limanına çekiyor. "Sıradaki biz olabiliriz" kaygısının derinlerde yarattığı ürpertiye oynuyor besbelli. Sonra Türkiye yurttaşlarının can güvenliğinden kaygılı bir köşe yazarı, Lübnan üzerine büyük bir oyun kurulduğunu söylüyor ve “önümüzdeki aylarda Lübnan’a sakın gitmeyin” diye uyarıyor. Yeni Şafak’taki yazarlardan biri, “Amonyum nitratı orada tutanlar suçlu. Bu bir zaaf…” diye kabul etse de, hemen ardından “bütün senaryolar bu zaaflar üzerine kurgulandı” şeklinde ikaz etmeyi de ihmal etmiyor. Zira Ortadoğu’nun nükleer gücü İsrail’in Beyrut’ta küçük bir Hiroşima tatbikatı yapmış olmasından şüpheleniyor. Siyasal yozlaşma, kötü yönetim veya devlet başarısızlığı gibi kavramlar ya hiç akla gelmiyor ya da daha temel ve belirleyici bir neden için zemin oluşturan tali bir etmen olarak düşünülüyor. Böyle bakıldığında siyaseten önem taşıyan şey ülke yönetiminden sorumlu hükümetin başarısızlığı değil de o hükümetin zaaflarını kendi çıkarları için kullanan kötücül dış güçlermiş gibi görünüyor. Doğrusu havuz medyası Lübnan hükümetine toz dahi kondurmuyor, güzel sebep bulma sanatının tüm inceliklerini onun başarısızlığını açıklama gayretiyle kullanıyor.

Gösterilen gayreti sorgulasak, peşinden koşsak, "size ne oluyor" diye sorsak, bize yanıt olarak "hakikati bulmak ve düşünceyi derinleştirmek arzusu dışında neden aramayın" derler. Sonuçta hiçbir şey göründüğü gibi değil, aldanmak istemeyen görünen ötesine geçmelidir. Sizce de öyle değil mi?

Ama bu mantığı Türkiye’de götürüldüğü son noktaya kadar izlediğimizde, karşımıza nereden ve nasıl gelmiş olursa olsun, iktidarın her türlüsünün masum olduğunu kanıtlama arzusu dışında bir şey de çıkmıyor. Elbette görünüşün aldatıcı olduğu, yani gözün görme gücünün tükendiği yerde teori devreye girmeli ve düşüncemizi derinleştirmelidir. Çünkü teori çıplak gözle göremeyeceğimiz mantıksal bağlantıları kurabilme imkânı yarattığı ölçüde bize bir derinlik de katar. Ancak unutulmamalıdır ki boş bir genişlik olabileceği gibi boş bir derinlik de olabilir. Yani her teori bize içerikle donanmış gerçek bir görüş gücü kazandırmaz. Olguları gerçek sebep sonuç ilişkileri yerine hayal gücüne dayalı sıçramalarla birbirine bağladığınızda ortaya çıkan şey derin düşünce değil, derinlik taklidi yapan bir komplo teorisidir. Komplo teorisi üretenler bir toplumun “zaaflarını” en az onun düşmanları kadar, belki de düşmanlarından bile daha fazla kullanırlar. Burada gerçek ile kurgu arasındaki boşluk insanların arzularına, kaygılarına ve korkularına dayalı senaryolar aracılığıyla doldurulur. Böylelikle iktidarın ayıpları, olumsuz yönleri günah keçilerinin sırtına yüklenerek görünmez hale getirilir.

Komplocuların yaptığı iktidar güzellemelerinin bakış açımızı daraltmasına izin vermemeliyiz. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey, olan biten her şeyi nasılsa öyle görebilmemizi sağlayacak cidden derinlikli olan bir bakıştır. Zira patlama gerçekten çok büyüktür ve yaşanan insani kayıp herkesi derinden yaralamıştır. Okuduğumuz haberlere göre patlamanın yarattığı etki Kıbrıs sahillerinde bile hissedilmiştir. Oluşturduğu şok dalgasının etkisi 250 kilometrelik alana yayılan böylesi bir patlamanın gerçek mahiyeti ancak deprem türünden doğal felaketlerle kıyaslandığında anlaşılabilir. Uzmanlar bir depremin yol açtığı sarsıntının hissedildiği alanın genişliği ile depremin odak noktasının derinliği arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu söylüyorlar. Yani bir depremin odağı ne kadar derindeyse yüzeyde açığa çıkan sarsıntı da o kadar geniş bir alana yayılır. Buradan bakınca, siyasi etkileri Kıbrıs, Türkiye, Arap ülkeleri ve belki de tüm Ortadoğu’da hissedilen böylesi bir patlamanın odak noktasının çok derinlerde yattığı tartışmasız. Yaşanan sarsıntı siyasi partileri, güvenlik aygıtı ve devlet kurumlarıyla derinden çürümüş olan bir düzenin artık iş göremez hale geldiğinin yüzeye vurmasıdır. Liman, Beyrut’un en stratejik işletmelerinden biri olduğundan siyasette etkin olan her partinin yönetimde bir temsilcisi olduğu söyleniyor. Lübnan’daki askeri gücü ve siyasal etkisi tartışmasız olan Hizbullah’ın da liman yönetiminde önemli bir rolünün olduğu bilinenler arasında. Gümrük görevlileri, dok işçileri ve liman personelinin ısrarlı ikazlarına rağmen harekete geçmeyen yönetim olayın en büyük sorumlusu. Ama yönetimdeki her temsilci ya parti liderleri ya da siyasi örgütler tarafından kollanıyor, yani fiilen dokunulamaz durumda.

Olayın sorumluluğunun Lübnan’daki elit konsensüsün çizdiği çerçeve içinde bölüştürülmesi, dokunulmaz olanların es geçilip alt düzeydeki sorumluların günah keçisi ilan edilmesi bu bakımdan kaçınılmazmış gibi görünüyor. Sözün özü derine indiğimizde odaklanmış halde bulduğumuz sebepler ülke siyasetinde uzun süreden beridir yolunda gitmeyen her şeyin bu başarısızlıkta bir payı olduğunu söylüyor. Beyrut limanı önce Lübnan, sonra Arap ülkeleri ve genel olarak Ortadoğu’daki büyük siyasi çürümeyi aynasında yansıtan küçük bir model olarak görülmelidir. Söz konusu model yöneten azınlık ile yönetilen çoğunluk arasındaki gerilimli ilişkiyi dengeye kavuştururken hangi değişkenleri hesaba katmamız gerektiğini gösterecek önemli bir araç. Bu model çerçevesinde Lübnan’daki iktidar seçkinlerinin bu meseleyi muktedirler için en az hasarla halledecek biçimde harekete geçtiğini görüyoruz. Fakat Beyrutluların öfkesini ve buna razı olup olmayacağını modele dahil etmeden kurulmuş her denge daha en baştan bozulmaya mahkûm olacaktır. Zira Arap Baharı’ndan bu yana yakaladığı her fırsatta sokakları dolduran, korona salgını öncesinde Beyrut caddelerini renklendiren eylemcilerin rahatsız olduğu tüm sorunların cisimleşmiş halini Beyrut limanındaki patlamanın ortaya çıkardığı sorun yumağında görebiliyoruz.

Türkiye’de iktidara müzahir kalemlerin geliştirdikleri komplo teorileri, yani iktidarın varoluşsal masumiyeti ve sorunların dışarıdan kışkırtıldığı üzerine kurulu açıklama biçimleri de yöneten ile yönetilen arasındaki bu gerilimli model tarafından daha ilk baştan belirlenmiştir. AKP’lilerin komplo teorilerine olan düşkünlüğü bilinen bir şey ve oldukça eskiye gider. Fakat bugün Beyrut patlamasını açıklamakta kullanılan çerçeveler esasen Gezi sürecinde popülerlik kazanmıştı. Çünkü sokaklara dökülen halka ortada bir sorun olmadığını, sorun olarak görülen şeylerin dışarıda hazırlanmış tuzaklar olduğunu söylemek en çok o zaman kullanışlı hale gelmişti. Sonradan "yerli ve milli oluş" adı altında kurumsallaştırılan zihniyet biçimini yaratan psikolojik dinamiklerin etkilerini ilk o zamanlarda hissetmeye başlamıştık. Bu yüzden medyada at koşturan yerli ve milli kalem erbabının “iktidar içgüdüsü” sadece Lübnan hükümetine sahip çıkmakla sınırlı kalmıyor.

Aynı kişiler son günlerde hızlanan döviz kurlarını ve Türk Lirasındaki aşırı değer kaybını da “su uyur, piyasadaki ajanlar uyumaz” diye açıklıyor. Yahut artan korona istatistikleri ve resmî açıklamalardaki tutarsızlığı “sevilen Sağlık Bakanı’na dönük” komplolarla gerekçelendiriyor. Bu gerekçelerle avunan milliyetçi mukaddesatçı kesim asla kendi hatalarını irdelemiyor. Türkiye’de hükümetin yaygınlaştırdığı zihniyet aslında açıklamayı hep dışarıda bulmaktan, kendi üzerine düşünmekten feragat etmekten başka bir anlama gelmiyor. Türkiye insanını “kendi olmak” vaadiyle baştan çıkaran yerli ve milli söylem tam da insanın kendini kaybetmesinin mutlak zeminine dönüşüyor. Çünkü insan kendi üzerine düşünme yetisini kaybettiğinde yolunu da kaybetmiş demektir. Doğruyu görmek isteyen her şeyden önce kendini göz önünde bulundurmak zorundadır. “Bana kötülük yapan kim?” sorusuna yanıt aramakla yetinen kendini teselli etmekten başka bir iş yapmıyor demektir. Zira insana derinlik katacak ve kendini bulduracak asıl soru şudur: “Ben nerde hata yaptım?”


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.