16 Nisan 2024 Salı
İstanbul 22°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Liberalizm çökerken sosyalist milliyetçilik

Gaffar Yakınca

Gaffar Yakınca

Gazete Yazarı

A+ A-

Küreselleşme kavramının adeta kutsanarak yaşamımıza girdiği 1990’lı yıllardan beri dünya görülmemiş denli yüksek miktarda sermaye ve ticari mal hareketliliğine sahne oluyor. Çünkü küreselleşme, sermayenin ve sınır ötesi ticaretin önündeki tüm engellerin, sınırların, gümrük duvarlarının ve hatta milli devletin kendisinin bile ortadan kaldırılması anlamına geliyor.

DAHA BÜYÜK AMA DAHA YOKSUL
Küreselleşmenin tipik sonuçlarından biri, az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki gelir uçurumunun küçülme eğiliminde olması. Gerçekten de IMF verileri, en gelişmiş 39 ekonominin dünyadaki toplam gayrisafi hasıla içindeki payının 1990’da yüzde 78 iken 2016’da yüzde 61’e düştüğünü gösteriyor. Bu sürede zenginler liginin geliri 2,5 kat artarken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gelirindeki artış 6 kata yaklaşmış.
İlk bakışta yoksullar ile zenginler arasındaki fark kapanıyormuş gibi duruyor. Oysa madalyonun öteki yüzü hiç de parlak değil. Çünkü sermayenin tamamen serbest hareket ettiği küreselleşme çağında, bir ülkenin ulusal gelirinin artması her zaman o ulusun zenginleştiği anlamına gelmiyor. Bunca büyümüş olan az gelişmiş ülkelerde, hâlâ gelir eşitsizliği had safhada, hâlâ en temel sorunlar çözülebilmiş değil. Örneğin, bu dönemde ekonomisi 5 kat büyümüş olan Pakistan’da 21 milyon insanın temiz suya erişimi yok ve sırf sudan bulaşan mikroplar yüzünden her yıl 289 bin çocuk ölüyor.
Peki öyle ise GSMH’daki bu muazzam artış (Pakistan örneğinde yıllık 220 milyar, dünya genelinde 24 trilyon dolar) nereye gidiyor? Tabii ki sermayedarların cebine. Çünkü tüm dünyada tamamen özgür bırakılan tek şey “sermaye”. Her şeyin küresel olmasından söz edilse de aslında sadece sermaye küresel olabiliyor.

MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
Bu noktada küreselleşmenin başka bir sonucu çıkıyor karşımıza: bölgeler arası eşitsizlik. Sermayenin sınır tanımadan, sadece kâr güdüsü ile hareket edebilir hale gelmesi, ülkelerin kendi içindeki gelir eşitsizliğini artırıyor. Bu sorun, özellikle gelişmiş ekonomileri vuruyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki daha ucuz işgücüne doğru ‘kaçan’ üretim tesisleri, arkalarında terk edilmiş bölgeler bırakıyor. Bu ülkelerde sınai üretimin yerini dijital ekonomi, finans ve hizmetler alıyor. Ama bu yeni işkolları da eski sanayi bölgelerinde değil, daha ziyade büyük kentlerde gelişiyor.
Üretim tesislerini kaybeden ‘taşralılar’ arasında ise işsizlik ve yoksulluk hızla artıyor. Merkez kapitalist ülkelerin kendi içinde “geri kalmış bölgeler” ortaya çıkıyor. Avrupa’nın yüzyıl başından beri istikrarlı biçimde büyümüş olan endüstri havzaları bugün hayalet şehirleri andırıyor.

ÇÖZÜM OLAMAYAN ÇÖZÜMLER
Önerilen çözüm ise “yatırımcı dostu” bir iklim yaratılması. Bu aslında 30 yıllık yemeğin tekrar ısıtılmasından başka bir şey değil. Sermayenin vergileri düşürülecek, bedava arazi verilecek ve hatta asgari ücret bile “bölgesel” hale getirilecek.
İş öyle bir hal aldı ki, en son Amazon şirketi, ikinci genel müdürlüğünü kuracağı kenti seçmek için şehirler arasında bir yarışma açtı. “Kim daha az vergi alırsa, kim daha çok teşvik verirse oraya yerleşeceğim” diyor. Kamu yararının sermayeyi cezbetmek için feda edildiği, yurttaşların kaderinin lacivert takım elbiseli birkaç adam (ve kadının) kâr beklentisine bırakıldığı bir düzen.
Bölgelerin yatırıma elverişli hale getirilmesi için yürütülen -ve neredeyse tamamı başarısız olan- sayısız devlet programı var. Kaliforniya’da “enterprise zones”, Fransa’da “Franches Urbaines”, tüm AB geneline yayılan yapısal destek fonları... Görünürde başka başka gerekçelerle de olsa aslında hepsi tek bir sebep ile başarısız oluyor: Tüm ekonomik sistem, sermayenin özgürlüğü için -toplum ve ulus aleyhine yapılan- düzenlemelerin üstüne kurulmuş durumda.
İşte batıda, “populist” olarak etiketlenen partilere doğru yönelim ve en son Fransa’da taşradan başlayarak yayılan isyan bu perspektiften değerlendirilmeli.

SOSYALİST MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ
Liberalizm, “yeni dünya düzenini” temelde iki ideolojiyi düşman ilan ederek kurmuştu: sosyalizm ve milliyetçilik. Sarı Yeleklilerin talepler listesine bakınca tüm taleplerin aslında bu iki eksende toplanabileceği görülüyor. Fransaki isyan kesin olarak milliyetçidir ve kesin olarak sosyalisttir diyebiliriz. Fransızlar, asıl sorunun küreselleşme ve onun ideolojisi neo-liberalizm olduğunu görüyor.
Bugün dünya ulusları ile liberalizm arasında nihai bir hesaplaşma dönemine girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu hesaplaşmada, ulusların elindeki ideolojik silah, milliyetçilik ve sosyalizmin makul bir bileşeni olarak şekilleniyor.