Akşam karanlığı yeni çökmüştü ve ben nöbetçi olarak viizit yapmış ve odamdaki masama oturmuştum. Her zamanki tiryakiliğim depreşmişti ve ben vazgeçemediğim o kafeinli içeceği yudumluyordum. Ne mi? Ne olacak 'neskafe'! Ucuz zevklerin insanıyım ne de olsa... Hani övünmek gibi olmasın ama bazen de pahalı zevklerim beni zorlar ve hafta sonu hiç üşenmeden İnegöl'e sırf 'inegöl köftesi' yemek için gittiğim olur. Kısa keseceğim bu faslı...Zira kaderde 'pisboğaz' olarak anılmak da var!

            Nöbette rutin olarak içimden hep dua ederim. 'İnşallah berbat bir vaka gelmez de şöyle rahat bir uyku çekerim. Zaten nöbet odasında kendimi hücreye hapsedilmiş bir mahkum gibi hissederim çoğu zaman. Duvarlar sana bakar, sen duvarlara. Bir yalnızlık hissi ki durmadan kötü düşünceler üşüşür beynine.

            Sen misin böyle düşünen! Ayağa kalkıyorum ve pencereden dışarıyı seyrediyorum ve neskafemi de keyifle yudumluyorum. Ama bir yandan da kulağım koridorda. Hani 'ürkek bir ceylan gibi' hep tetikteyim. Demeye kalmadı ki koridordan ayak sesleri ve konuşmalar duyuluyordu. Esmeyen yelden hile sezdiğim anlaşılmasın. Sesler gitgide yaklaşıyordu.

            Nasıl içeri girmişti, anlayamamıştım bile. Kapının sesi ve o kör olası menteşe gıcırtısı ile birden arkama döndüğümde bizim o uğursuz ve herşeyi bilen hastabakıcı ve yanındaki yabancı ile göz göze gelmiştik. Başında şapkası, saçı ve sakalı birbirine karışmış birisi bana doğru hamle yapıp elime sarılıyor ve öpüyor. Elimi öptürmeyi asla istemeyen biriyim, ama herşey saniyeler içinde oluyor ve benim iradem ve direncim devre dışı kalıyor haliyle. Elimi iki sebepten öptürmem..Birincisi yaşlı görünmek istemem. İkincisi karşı tarafın kula kul olma düşüncesine kapılmasını istemem de ondan. Neyse...Gözleri faltaşı gibi açılmış ve kıpkırmızı. Belli ki yolda ağlamış. Ateş düştüğü yeri yakar elbette.

            İçimden 'hayırdır inşallah!' diyorum ve bu insanı sakinleştirmek gerekir diye düşünüyorum ve oturmasını söylüyorum. Ama karşımdaki muhatabım belli ki büyük bir şok yaşıyor. Habire 'mahvoldum, bir yardım' diyor da başka bir şey demiyor. Omuzlarından tutyorum ve karşı koltuğa oturtuyorum. 'Doktor bey mahvoldum, kurtarın oğlumu' diyor.

            'Hele sakin olun, ne oldu?'

            Öne doğru abanıp başını iki elinin arasına alıyor ve titreyen dudaklarıyla 'kıyma makinesi...eli!' diyebiliyor.

            Başımı kaldırıp hastabakıcıya yöneltiyorum bakışlarımı. 'Hocam genç bir çocuk... Şu anda acilde... Elini kıyma makinesine kaptırmış; kıyma makinesi ile beraber getirdiler. Acil hekimi gönderdi.!'

            Cerrah olmama rağmen ben de tedirgin oluyorun o an. Hemen yerimden fırlıyorum ve acil polikliniğine ulaşıyorum.

            Yirmili yaşlarda bir delikanlı muayene masasında oturuyor. O da ne? Sağ eli bilekten kıyma makinesinin içinde. Kıyma çıkış deliğinde parmaklarının ucu görünüyor. Feci bir manzara...  Bir kanama ki sorma gitsin. Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir vakayı. Yüzünde tarif edilmez bir korku ve ızdırap ifadesi... Acıdan inlemekte...  'Oğlum kasapta çalışıyor. Mecburen makineyi sökmek zorunda kalmışlar!' diyor babası. Biraz sonra bir kişi daha beliriyor yanımda. 'Ben kasap dükkanının sahibiyim. Ne gerekiyorsa yapın hocam. Masraftan kaçmam!' diyor.

            Acilen ortopedisti bağlatıyorum. 'Kıyma makinesine elini kaptıran bir genç geldi. Hemen araba gönderiyorum!' diyorum. Meslektaşım cevaplıyor: 'Vakit kaybı olur; ben kendi arabamla gelirim!'  Ortopedist geliyor ve tornavida temin ediliyor ve uzun uğraşıdan sonra kıyma makinesi paarçalanıyor ve el ortaya çıkarılıyor. Bakmaya yürek dayanmıyor desem abartmamış olurum. Kemikler ortada. El tamamen kıyma olmuş diyebilirim. 'Ne yazık ki bu eli kurtarmak mümkün değil' diyor, 'damar ve sinir diye bir şey kalmamış. Hatta kemik bütünlüğü de bozulmuş!' diyor meslektaşımız. Hüzünlü bir manzara hasta ve babası açısından. Babası bakışlarını kaçırıp ağlamakta! Soruyor babası gözyaşlarını silerek: 'Ne yapmak gerekir?'

            Meslektaşım 'maalesef eli feda etmek zorundayız...Bilekten!'

 

            Hasta yakınları donup kalıyor. Kısa bir sessizlik...

            'Bir üniversite hastanesine sevk etseniz! Bir ümit, belki kurtulur!' diyorlar.

            Meslektaşım da istemeye istemeye sevk etmek zorunda kalıyor.

            Ben mi? Elbette o gece uyuyamıyorum. Aradan sanırım 1 sene geçmişti.Bir gün polikliniğe bir genç hasta gelmişti..Şikayetlerini anlattı. Baktım ki sağ eli bilekten yok.Sormama fırsat kalmadan anlattı. 'Galiba hatırlamadınız. Hani kıyma makinesine elimi kaptırmıştım!'

            'Hatırladım!' diyorum. O ortopediste de bir uğramak istediğini söylüyor. 'Kaybettik!' diyorum, ama bir şey anlamıyor. 'Depremde öldü!' dediğimde şaşırıyor.