YAZARLAR

Korkuyor ve nefret ediyorsunuz işçiden

Bugünkü iktidara kan ve can veren faşizan İslâmcı kafanın üretebildiği ahlâksızlık ve riya ile kimse baş edemez. Zulmün hizmetkârı adam bile kalkmış, “işçi haklarından yanayım” diyor! Ya, evet, işçi hakları. Evet, hı hı, işçinin hakkını alın teri kurumadan vermek, filan… Korkuyor ve nefret ediyorsunuz işçiden.

Ve iktidar, aslında, kendisine ülkede en geniş destek çemberini sağlayan bir motifi daha buldu: işçiler. Toplumumuzun muhtelif kesimleri, gerçekte mensup oldukları sınıfa bakılmaksızın söylenebilir ki, “orta sınıf” denen, insanlık değerlerinden çoğunlukla muaf evrensel tayfanın bilumum zehriyle zararıyla mâlûldür. Acımasızdır, insafsızdır, vicdansızdır. Kendi rahatı, konforu, şusu busu için, birilerinin üç kuruş uğruna ölüm tehlikesiyle yüz yüze çalışmasını doğal sayar. Kendi bokundaki sayısız boncuğa karşılık, “onlardan” çok vardır, ölseler de fark etmez. Kazara kendisinden alt kategoride, bir aşağı seviyede biriyle ilişki veya iletişim içerisine girecek olursa, üstte bulunduğunu, hattâ bundan daha fazla, ötekinin altta bulunduğunu hatırlatmak, vurgulamak, o münasebetin kurulmasını icap ettiren iş her ne ise bunu bile kenara bırakarak, sırf bu altta-üstte olma durumu içerisinde yaşamak, içerisinde yaşamak ne kelime, üzerinde tepinmek, bunu solumak, ciğerlerine doldurup doldurup boşaltmak, boşaltırken alttakinin yüzüne yüzüne üflemek, solumakla yetinmeyip yemek, içmek, yemek borusundan aşağı süzüm süzüm süzülmesini anbean hissetmek, midesini doldurmak, üstünlük hissinin oradan bağırsaklarına geçişinin keyfini çıkarmak ve sonra alttakinin üzerine etmek için karşı konulmaz bir arzu, şehvet, tutku duyar. Bu yüzden bu kadar doğaldır garsona çemkirilmesi; kapıya bir şeyler getiren oğlanın, elindeki alındıktan sonra, suratına bile bakılmadan kapının çarpılması; evdeki “yardımcı”ya “… hanım” diye seslenilirken o “hanım”a dünyanın gelmiş geçmiş bütün eşitsizliklerinin sırf üsttekilerce çıkarılabilen o meşum tınısının eklenmesi. Ve madencinin ölmesine fıtrat diyenle, fıtrat diyenden nefret eden fakat madenci ölümü haberini “yağmur geliyor” haberi kadar bile iplemeyenin el ele tutuşması, ölümüne girilip çıkılan bir “iş”yerinin varlığını hiç yadırgamayan “emek” savunucusu orta sınıf azâsının eline mendil alıp halay başı oluşunun eklenmesi ve daha başka şeyler.

Bu iktidarın başındakilerin çok iyi bildiği ve kullandığı yerli-millî değerlerin başında neyin geldiği konusunda sanırım tartışmayız: ırkçılık. Bizde kâh milliyetçilik adı altında güya daha matah ambalaj kağıdına sarılmaya çalışılan, kâh ulusalcılık şu bu gibi güya daha da matah kılıklara sokulan, yakın tarihimizin belirleyici olgularından “çarşaflı kadın görmüş emekli albay sendromu”nu andıran, şimdilik “Beyoğlu’nda Arap görmüş modern büyükşehir insanı sendromu” diye tanımlamakla yetinsek iyi olacak şey, damarlarda dolaşan sıvının aslî maddesidir. Bunun gerçekte neye benzediğini anlayabilmek için, kamyonlarla köylerden getirilip katliamcı, tecavüzcü, talancı yapılan, üstü başı harap garibanların arasında, yerle bir edilmiş gayrimüslim dükkânı malları arasından kumaş seçen şık, modern kadınların ve yanlarındaki kravatlı ceketli beylerin bir arada yer aldığı 6-7 Eylül fotoğraflarına göz atmalı.

Araplar kalleştir, sevmeyiz, Batılılar “yedi düvel”dir, mâlûm, sevmeyiz, etrafımızı sarmış bütün o düşmanları, Yunanları, Bulgarları, hele Rusları -yeni felaketler ve nefretlerle sonuçlanmaya aday, şu andaki balayı hali istisna- nasıl sevebiliriz, sevmeyiz, giderek, Kürtler teröristtir, Aleviler problemdir, Lazlar bi tuhaftır, muhacirler Sabetaycıdır… sevmeyiz işte, zorla değil ya! Ermeni bahsine sokmayın adamı!

Bu yüzden, mevcut iktidarın temeldeki, derindeki, aslî kuvveti, örgütün malî işler birimi gibi çalışan müteahhit çetesine devlet imkânları tahsisi ve buradan dönecek parayla bizatihi zenginleşme faaliyetinden veyahut dincilikten, tarikatlara makamlar tahsis etmekten filan gelmiyor. Toplumda dayandığı birşeyler var. Dayandığı çok şeyler var. Ve bu maalesef, “irtica” faslından ibaret değil. Yalnız din istismarıyla çoğunluk da olunamıyor, iktidarı kaybetmek de ziyadesiyle mümkün. Bu yüzden 7 Haziran sonrasında, Abdülhamid devrinden beri değişmeyen denklemler yeniden hayatın ve devletin temeli yapıldı. Hayatın, devletinkinden başka nasıl bir temeli olabilir ki bizim buralarda?

Kime karşı birleştirebilirsiniz toplum çoğunluğunu? “Afrin’e giriyorum” dediğinizde desteğiniz yüzde yetmiş beş ise, konumumuz ve meselemiz ve varoluşumuz ve kaderimiz, modern-seküler ve çoğulcu demokrasi isteyen bir muhalefete karşı gerici, faşizan vs. bir iktidar olarak mı tanımlanmalıdır? “Teröre karşı” diye haykırıp elinize bayrağı aldığınızda peşinizden gelenler size oy verenlerden bilmem ne kadar fazlaysa, siz, başka hiçbir istediklerini yapmayıp, istemedikleri yüzlerce işi yapıp, hattâ kafanızı bozduklarında üzerlerinde tepindiğiniz birilerinin desteğine de sahip sayılmaz mısınız; bazı “hassas mevzular”da?

6-7 Eylül fotoğrafları albümünü boşuna açıp durmuyoruz.

BİLDİK ORTAK DEĞERLER

Kısa yoldan şöyle izah edeyim:

Bir: Amerika. Amarika da olabilir. Yani ABD. İmkân versen toplumun yarısının arkasına bakmadan göçeceği, gayet vatan ve devletperver şürekâdan imkânı olanların hamile eşlerini götürüp, yurttaşı olabilsinler diye çocuklarını orada -yeni- dünyaya getirttiği, bunu yapamadıysa çocuğu bilahare gönderip okuttuğu veyahut imkânı daha çoksa daire aldığı ülke. Buna karşılık, “Amerikan emperyalizmi” karşısında bir araya getirilebilecek nüfusa bakılırsa Türkiye’de, Bağlantısızlar Hareketi’nin başını çekmiş yönetimlerin hüküm sürdüğü, allahım ne anti-emperyalist ve ne kadar da ezilen halklardan yana bir toplumun yaşadığı sanılabilir.

Ezilen halk mı! Pistir onlar! Çoğundan nefret ederiz. Bunu kenara koyalım.

Bütün kötülüklerin anası olarak bir büyük dış gücün seçilmesi ne kadar geniş bir çember içerisinde “aynı gemideyiz” havası yaratabiliyor!.. Öbürleriyle aynı çemberde bulunmak istemeyenlerin tek diyebildiği: “siz aslında ABD’ye bizim gibi karşı olamazsınız”. ABD emperyalizmi elbette feci, rezil bir şeydir de, haydi, imkân olsa onun yerine geçmeyi hayal eden nüfus kısmının büyüklüğünü şimdilik mevzu etmeyelim, Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi’ne falan dokunmayalım, şu “Amerikan emperyalizmi” lafının bizdeki “kullanımı”nda bünyede ciddî hastalık yaratıp gerçekle bağlantıyı koparan bir özellik yok mu? Var. Hem de nasıl. En müthiş günahkârları suçlarından arındıran bir mukaddes şifa banyosu âdetâ.

İki: Kürtler. Barışalım deyince oy kaybediliyor, savaşalım deyince kazanılıyor. Başkaca izahat yapmıyorum, bu kadar deyip geçiyorum.

Üç: Bulunmaz nimet; yepyeni, taptaze: Suriyeliler! Arap bir kere bu insanlar, her şeyden önce. Bu başlı başına nefret kaynağı. İkincisi, ya yoksullar, durduk yerde mesele oluyorlar ya da iyi kötü paraları var, “bizim gibi” davranabiliyorlar, mazallah! Üçüncüsü, bazıları dükkân açıyor, yerleşiyor! Dördüncüsü, toplaşıp saldırdığımızda onlardan yana çıkacak, linç kalabalıklarına engel olabilecek kimse yok. Çünkü böyle bir fiili yaratabilecek kuvve yok. İyi bulundu bu nefret hedefi. Hep Kürt, hep Ermeni, hep Alevi, faşist de bıkar bir yerde. Üstelik Suriyeli nefretinin birleştirebildiği nüfus bütün öbür ihtimallerdekinden fazla.

Yalnız kabul edelim ki, ne olursa olsun güncelliğe, gelişmelere, koşullara bağlı özellikleri var bu “hedef”lerin. Kullanışlılık ve işlevsellik dereceleri değişebiliyor. Kimi zaman o kadar berrak görünmeyebilirler. Bazen doğrudan hedef alınamayabilirler.

VE EN MÜKEMMELİ

Bu yüzden, herkesi aynı savaş gemisine bindirip, ya allah, manevî muharebe meydanına, hepsini temsilen de polisi jandarmayı sahici meydana sevk etmeyi sağlayabilecek en mükemmel hedef, her daim elimizin altında bulunan, isyan etmiş ameledir. İnanmayan, 12 Mart darbesini yapanlara 15-16 Haziran “işçi hadiseleri”nin devletin ve egemenlerin paniğindeki rolünü sorsun. Muhalefet sayabileceğimiz birileri bugün lütfen havalimanında “Tahtakurusu İsyanı”nı başlatmış işçilerden yana çıkıyorsa, tek sebebi, hadisenin belki iktidarı yıpratma potansiyeli taşıyabileceği ihtimali. Yoksa, CHP’nin tutumunda vücut bulan şudur: “Ne alâkası var ki amelenin yatağındaki tahtakurusunun bizimle?” Yardımcı kadının da vırt zırt çocuğu hastalanıyor, olmaz ki şekerim böyle!

Muktedirlerin üst kadrosu bu işleri biliyor. Bizzat işçilerin talepler listesi, yaşantılarının, onlara arka çıksalar bir tesir yaratabilecek kesimlerinkinden ne kadar uzakta cereyan ettiğini ortaya koyuyor. Üstelik orta sınıfın ezelî korkusunu canlandırıyor; faşizmin hammaddesini: Ya düşersek, onlar gibi olursak!!!

Aslında önemli ve kritik bir kısmı işçilerle ortak noktalar bulamaz değil. Havalimanı işçileri, “habersizce işten atılanlar”dan söz ediyorlar ki, bu beyaz yakalı plaza çalışanlarının da gönül telini titretebilecek bir tını. Fakat eminim, onlarla aralarında herhangi bir kader birliği bulunması ihtimali bile söz konusu seçkin sınıfın yüreğini bambaşka saiklerle ve bambaşka şekilde titretiyordur. Halbuki havalimanı işçileri kendilerine “aşağılayıcı ve ukalâca davranılmamasını” da talep ediyorlar ve plaza beyaz yakalıları burada da çok ciddî ve derine kazınmış bir ortak sızı bulunduğunu inkâr edemezler. Ancak, hepimiz biliyoruz, çok iyi biliyoruz, eminiz, aynı zamanda hiç garipsemiyoruz ki, bir “ortak nokta” fikri bile ezcümle beyaz yakalının moralini yerle bir, bu gece seyredeceği yeni diziyi zehir edebilir.

Uzatmayayım. Tayyip Erdoğan şimdiye kadar, benim hatırlayabildiğim, iki defa, “Ayaklar baş mı olacak!” diye haykırdı bütün toplumun gözünün içine baka baka. İşçiden yana tavrı kimliğinin parçası olan az sayıda insan dışında kimseden gık çıkmadı. Hele “hak” lafını diline pelesenk etmiş utanmaz İslâmcı oralı bile olmadı, dahası, onayladı. Gözümün önüne şöyle bir sahne geliyor, ister istemez: Erdoğan bu iç acıtıcı soruyu kendi miting kalabalığına değil de, kendisinin adını bile duymak istemeyen mangallar küller koalisyonuna soruyor. Manzara? Önlerine mi bakarlar, içlerinden onaylayarak? “E, ilk defa doğru laf etti” mi derler? Ne halt ederler?

Birilerinin keyfince yaşamasını sadece dış borç sağlamıyor. O, hayatın bir nevi garnitürü. Bildiğimiz, alıştığımız, bu yüzden nesnel olarak topluca ahlâksız konumuna düştüğümüz toplum hayatı basit bir denkleme dayanıyor: Birilerini bazı kirli ve tehlikeli işleri yapmak zorunda bırakıyor, bu sayede rahat ve konforlu, en azından o pis ve tehlikeli işleri yapmaya mecbur kalmadan yaşayabiliyoruz.

İşçiler ses çıkardığında, mazallah itiraz ettiğinde, üzerinde yaşadığımız, soluduğumuz, yediğimiz içtiğimiz ve sıçtığımız o adaletsizlik pat diye ortaya çıkıveriyor. O öyle bir şey ki, ortaya çıktığında başka şey göremez oluyorsunuz. Bu yüzden bakışları başka tarafa çevirebilme süratimiz, kabiliyetimiz, ısrarımız muazzam gelişmiştir. Yetişkin bir birey bunu ardarda yetmiş-seksen sene yapabilir.

Türk faşistinin hayatı boyunca sopayla bıçakla tabancayla grev bastırmada kullanılışı, Türk İslâmcısının işçi nefreti, orta sınıf hastalıklarının dışında, şüphesiz özel olarak iki ayrı ansiklopedide ele alınması gereken mevzular. Giremiyoruz burada. Şununla yetinmek zorundayım: Bugünkü iktidara kan ve can veren faşizan İslâmcı kafanın üretebildiği ahlâksızlık ve riya ile kimse baş edemez. Zulmün hizmetkârı adam bile kalkmış, “işçi haklarından yanayım” diyor! Ya, evet, işçi hakları. Evet, hı hı, işçinin hakkını alın teri kurumadan vermek, filan…

Korkuyor ve nefret ediyorsunuz işçiden. Hayır, sırf siz değil. Siz de, siz de…