08 Aralık 2018 23:30

Kızılca kıyamet kopmadan...

Kızılca kıyamet kopmadan...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Dalları göğü kucaklayan kocaman bir erik ağacının altında oturuyordu kadınlar. Önlerinde dumanı uslu uslu tüten bir ateş vardı. Ateşin közlerinin içine yarısını yediği mısırı koydu gencecik bir kız. Gitti, yetmiş yaşının üzerinde gösteren bir kadının dizinin dibine oturdu. Başını göğsüne koyup, gözlerini yumdu.

Ateşin etrafındaki kadınların kiminin kucağında 3-4 yaşlarında çocuklar vardı. Yılların izlerini taşıyan yüzlerinden yorgunluk akıyordu. Biraz önce jandarmayla yine karşı karşıya gelmişler, itiş kakış, çığlıklar arasında bitkin düşmüşlerdi.

Şirketin çimento dolu kam-yoneti yine jandarmanın arkasında tarlanın etrafına dikilen direklerin dibine beton atmaya yeltenmiş, köyün kadını erkeği, yılanın ağzındaki kuş gibi çığırarak kamyonetin üzerine yürümüşlerdi. Erik bahçesinin önündeki ikinci günlerinde bu sahne defalarca tekrarlandı.

Son jandarma saldırısında üç kadın yere yuvarlandı. Üçü de kalkamadı düştükleri topraktan. Toprak çamurlu ve soğuktu.

Jandarmanın başındaki binbaşı askerlere kol kola kenetlenmelerini ve sırtlarını köylülere dönmelerini emretti. “Arka arka yürüyün, süpürün!” dedi. Çoğunun yüzleri ifadesiz, donuk ama bazılarının göz pınarlarından yaşlar süzülen askerler, arkalarında kendilerini durdurmaya çalışanları görmeden geri geri ilerlerken ayaklarının altına düşen beyaz başörtülü bir neneyi çiğnediler. Ninenin omzuna basıp ayağı kayan bir asker düşmekten son anda kurtuldu. Kahverengi eşarbının üzerinde sarı çiçekleri bulunan bir başka kadın da acıyla inleyip ağlayan ninenin hemen yanına devrildi. Başını taşa vurdu. Kolu jandarma postalının altında ezildi.

Köylü gençler, çocuklar, ihtiyarlar bu sahnelere dayanamadılar. Yüklendiler tüm güçleriyle askerlerin üzerine. Askerlerin zinciri koptu, dağıldılar. Şirketin kamyonetinin üzerinde direk diplerine beton dökmeye çalışan turuncu iş yelekleri giymiş üç genç atlayıp tarlanın içlerine doğru kaçtı. Üniformalı ve sivil giysili askerler de çekildiler tarlanın iç taraflarına. Yetmiş yaşlarında görünen bir nine gitti tek başına oturdu jandarmanın karşısına.

Ortalık biraz sakinleştikten sonradır ki yere düşen üç kadının üzerine kapaklandı köylüler. Kimi su verdi, kimi az ötede bekletilen ambulansları, sağlık görevlilerini çağırdılar. Üç kadın apar topar ambulanslara bindirilip hastaneye gönderilirken, köylüler askerlere beddua ediyorlardı.

“Kolumdaki kanı hastanede fark ettim” dedi 78 yaşındaki Hatice Barlas. Tetanos iğnesi yapıldıktan sonra titrek parmaklarıyla imzaladığı suç duyurusu metninde yaşadığı şiddeti şöyle anlatıyordu; “Ben 78 yaşında toprağına sahip çıkmaya çalışan biri olarak bunları yaşıyorum ve çok üzgünüm”...

Öğleden sonra hastaneden kolları sargılı, başları bandajlı, solgun bir yüzle döndü kadınlar. Doktorların evlerine gidip dinlenmeleri tavsiyesine aldırmayıp, yine direniş alanına gelmişlerdi. 78 yaşındaki Hatice Nine koluna girip yürümesine destek veren kızına kendisini az ötede, tarlanın içinde dikilen askerlerin yanına götürmesini istedi. Yüzünden acıdan daha çok güceniklik, incinmişlik akıyordu. “Neden vurdunuz bana evlatlarım” dedi jandarmalara. Aralarında kadın askerler de vardı. Hepsi de bakışlarını kaçırdılar yaşlı kadından. “Benim anam bu işte, 80 yaşına girecek” dedi koluna giren kadın, “Hiç utanmadınız mı vurmaya?”. Gözlerine yaşlar dolan Hatice Nine titrek adımlarla yavaş yavaş uzaklaştı askerlerin yanından.

Leyla Çiyanşen, askerlerin müdahalesi sırasında düşerken başını vurmuş, bayılmıştı. Hastane dönüşünde o da öfkeli ama kararlı bir sesle anlattı yaşadıklarını; “Askerlerin başındaki komutan bana ‘Sen çok ortalıkta görünüyorsun, televizyona çıkıp artist mi olmak istiyorsun?’ dedi. Ben, bizim derdimiz topraklarımızı savunmak, diye yanıt verdim. Askere emir verdi vurun diye, birisi karnıma vurdu. Kadın asker de yoktu. Göğümden ittirdi birisi. Düşmüşüm, sonrasını hayal meyal hatırlıyorum. Hâlâ göğsüm ağrıyor. Başımda ceviz kadar şişlik var. Doktorlar 24 saat gözetim altında olmamı istediler ama ben dayanamadım yine geldim”.

Tarlanın içinde tek sıra halinde dizili askerlere dönerek sesini yükseltti; “Anayasa bize bu hakkı verdiyse bu topraklar bizim. Bu hayat bizim, bu vatan bizim! Bu şirketler nerden gelmişler. Bir asker halkının arkasında durur. Ben askerimize yazıklar olsun deyom”

Kızılcaköylü İbrahim Çevik, askerliğini birkaç yıl önce Güneydoğu’da tamamladığını anlatırken, hâlâ sabahki olayların şaşkınlığını atamamıştı; “Kadınlara vurulur mu arkadaş? Kadınlar yere düştükleri halde üzerlerine beton atmaya çalıştılar!”

***

Ertesi gün hava daha da soğuktu. Gece, ovanın ortasında yaktıkları büyük bir ateşin etrafında nöbet tutmuştu köyün gençleri. Sabahleyin kuşluk vakti yine yollara düştü köylüler. Üç kilometre ötede, jeotermal şirketinin satın aldığı erik bahçesine yürüdüler. Yanlarında bu sefer ilköğretim çağındaki çocukları da vardı. Okula göndermemişler, direnişe onları da getirmişlerdi.

Önce herşeyi bir oyun gibi gören, gülüp şakalaşan çocuklar, filden bile büyük bir demir yığını ve onların arkasında elleri coplu, kalkanlı askerleri görünce korktular. Annelerinin eteklerinin dibine sokuldular. Sonra zamanla onlar da alıştılar bu ortama. Anneleri, babaları, neneleri gibi şirketin elemanlarına, polise, jandarmaya söylenmeye başladılar. Ortam her gerildiğinde gözyaşlarını tutamayan çocuklar, hıçkırıklar arasında bir yandan da incecik, tiz çığlıklarla “Burası bizim topraklarımız, zehirlenmek istemiyoruz” diye ağlıyorlardı.

TOMA ile gelmişti polis o gün. Çevik kuvveti de takviye etmişti. Bu sefer 80 yaşında kadınların, ilköğretim çağındaki çocukların üzerine biber gazı sıktılar. Fenalaşanlar, bayılanlar oldu yine. Bu hengame içinde otuz dönümlük bahçenin etrafını tel örgüler içerisine aldı şirket.

İkindiye doğru, günlerdir “Vali gelsin” diye bağıran köylüler vali yardımcısını karşılarında buldular. Uzun kızıl saçlı, kıvrık burunlu vali yardımcısı köylülerin feryat figan anlatımlarını boş gözlerle, mandalina yiyerek dinledi. Arada “Biber gazından bişey olmaz yaa. Diyelim ki ben emir verdim gaz sıkın diye. Tamam özür dilerim, ne olacak?” diye gülerek, yarım ağız yanıtlar verdi. Bu yanıtlar köylüyü daha da öfkelendirmekten öte hiçbir işe de yaramadı.

Bahçe tel örgülerle çevrildikten sonra jandarma komutanı “Benim işim bitti” dedi. Vali yardımcısı lütfeder gibi “Askeri, polisi ve şirket çalışanlarını çekeceğim araziden. Sizler de köyünüze dönün artık. Gerekli izinler alınmadan hiçbir çalışma olmayacak” dedi, söz verdi. Üç gündür işlerinden güçlerinden olan, polisle, jandarmayla kapışmaktan yorgun düşen köylüler çocuklarının ellerinden tutup evlerine döndüler.

Vali yardımcısının verdiği sözün yirmi dört saat bile geçerliliğinin olmadığı ertesi gün görülecek, şirket elemanları genişletmek istedikleri yolların ölçülerini almaya çalışacaklardı.

Bir gün önce söktükleri nöbet çadırını yeniden kurarken “Bu iş daha bitmedi. Kızılca kıyamet kopmadan Kızılcaköy’e jeotermal yaptırmayacağız” diyordu Kızılcaköylüler...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa