Kent belleğinde başka bir kayıp: Kariye

Mozaiklerde kullanılan mimari unsurlar, insan bedeninin temsilindeki hacimsel vurgulamalar, siyasi açıdan çöküş içinde olan bir imparatorluğun sanat anlamında yeni bir üslubu yeşerttiğinin habercisidir. Nitekim yapıyı dünya sanat tarihinde seçkin bir konuma yerleştiren ve aynı zamanda kültür mirası statüsüne kavuşturan, tam da bu özellikleridir.

SERAP YÜZGÜLLER*

Kültürel mirasa ilişkin duyarlılığın güçlü olmadığı bir coğrafyanın insanları olmakla birlikte “şehirler şehri İstanbul” sözünü kim bilir kaç kez işitmişizdir. Yalnızca içinden bir denizin geçmesi midir bu kenti böylesi değerli kılan ya da daha önemlisi neden dünya kültür mirasının bir parçasıdır bu kent? Tarih, kültür ve sanat açısından barındırdığı unsurlarla evrensel bir değer kazanır “kültürel miras” olarak tanımlanan kültür varlıkları. Daha erken tarihi bir yana İstanbul’u bu kategorinin içine yerleştiren ise kuşkusuz Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının çok katmanlı yapısını bünyesinde barındırmasıdır. Her iki imparatorluğa da başkentlik yapmış bu kentin “dünya kültür mirası” sıfatını sürdürebilmesi, elbette Bizans kimliği izlerinin de bütün unsurlarıyla korunması, görülebilir kılınması ile mümkündür. Bu perspektiften –ya da gerçeklikten- bakıldığında mimarisi bir yana özellikle resim programıyla Bizans’tan kalan simge bir yapı olan Kariye’nin müze statüsünde kalmasının önemi aşikardır.  

Edirnekapı’da bulunan, Bizans’taki ismiyle Khora Manastır Kilisesi’nin tarihi Justinianus dönemine kadar uzanır. 1947-58 tarihleri arasında yapılan arkeolojik çalışmalar yapının beş yapım evresinden geçtiğini ortaya koymuştur. Bu evrelerin iki belirleyici uğrağı, 1120’lerde İsaakios Komnenos’un baniliğinde gerçekleştirilen neredeyse yeniden inşa süreci ve Latin işgalinin ardından Palaiologoslar döneminde imparatorluğun seçkin devlet adamlarından Theodoros Metokhites’in baniliğinde ek yapılar, mozaik ve fresk çevrimleriyle esasen bugün bildiğimiz haline getirildiği, 1316-21 yılları arasındaki geniş çaplı restorasyon çalışmalarıdır. 1511’de II. Bayezıd döneminde camiye dönüştürülen yapı, arkeolojik çalışmalarla zengin mozaik ve fresk programının gün yüzüne çıkarılmasının ardından 1948’de müze olarak ziyarete açılmıştır.

Khora’nın özelliği
Khora Manastır Kilisesi’nin hem üslup hem de ikonografik içerik açısından zengin ve ünik resim programı, ana mekan olan naostaki mozaik panolarla başlar, iç ve dış nartekslerdeki mozaiklerle devam ederek mezar şapelindeki (parekklesion) fresklerle tamamlanır. Orta Bizans dönemi resim sanatına egemen olan katı-donuk üsluptan açık biçimde ayrılarak doğalcılığın nüvelerini içinde barındıran canlı bir betimleme anlayışının hayata geçirildiği bu resim çevrimi, Son Bizans döneminin başkent üslubundaki en yetkin örnekleri kabul edilmektedir. Batı Ortaçağ’ının da tipik özelliği olan ve derinlik algısını devre dışı bırakan altın sarısı fon kullanımına karşın mozaiklerde kullanılan mimari unsurlar, insan bedeninin temsilindeki hacimsel vurgulamalar, siyasi açıdan çöküş içinde olan bir imparatorluğun sanat anlamında yeni bir üslubu yeşerttiğinin habercisidir.

Nitekim yapıyı dünya sanat tarihinde seçkin bir konuma yerleştiren ve aynı zamanda kültür mirası statüsüne kavuşturan, tam da bu özellikleridir. Öte yandan Meryem’in yaşamöyküsüne ilişkin bu denli ayrıntılı ve kapsamlı bir resim programının başka bir örneği olmadığını belirtmek gerekir. Mozaikler bir yana mezar şapelinde bulunan fresk çevrimindeki Eski Ahit sahneleri teolojik bağlamda Meryem’in ön belirimi olarak yorumlanan konulara ayrılmış, böylece yapının ismindeki örtük anlamla da pekiştirildiği üzere kilisenin Meryem’e adanmışlığı daha etkili kılınmıştır. (Grekçe’de “kent dışı” anlamında kullanılan khora sözcüğü, “kapsanamaz olanı kapsayan” sıfatıyla İsa’yı rahminde taşıyan Meryem’i sembolize etmektedir). Elbette pek çok araştırmaya konu olmuş Kariye’nin sanat tarihi açısından önemini bu kısa yazıya sığdırmak mümkün değil! Bununla birlikte iç narteksteki Deesis mozaiği ile mezar şapelinde yer alan Anastasis freskinin yaygın tipolojinin dışına çıkan kompozisyon anlayışlarını, yapının ünikliği anlamında ayrıca anmak gerek. 

Kariye gibi bir yapıyı müze statüsünde yaşatmak, İstanbul’un farklı kültür katmanlarının ortak kültürel geçmiş anlayışıyla korunması, toplumsal belleğin kesintisiz sürdürülebilmesi ve kente aidiyet duygusunun yara almaması açısından bir gerekliliktir. Özellikle kültürel miras kimliği kazanmış kentleri, ancak bütün katmanlarının soluk alabildiği bir belleğe sahip toplumlar yaşatabilir. Elbette İstanbul da bu gerçeklikten azade değildir.   

* Doç. Dr., Sanat Tarihçisi

Kategoriler

Güncel