Cuma günkü BirGün’de tam sayfa ‘Değişim İçin İsyan Dalgası’ başlıklı dünya haritası vardı. Ekvador’da, Şili’de, Haiti’de, Arjantin’de, Mısır’da, Güney Afrika’da, Rusya’da, Hong Kong’da, Endonezya’da, İran’da, Irak’ta, Lübnan’da mücadele edenler…

Ve savcılar tetikte bekliyordur, hele birileri de Türkiye’de böyle şeyler kışkırtacak yazılar yazsa da tepesine binsek diye. Ama kışkırtmanın faydası yok ki, çünkü kışkırtmak için kışkırttırılmak istenenler olmalı.

Yok işte.

Peki, toplum büyük ölçüde bir karabasan yaşıyor olabilir mi?

2013’te mesela, karabasandan uyanmıştı. Sıçrayıp ayağa kalkmıştı. Ayaklarını kırdılar. Sonra ‘Hayır’ demek için uyanmış ve yerinden sıçramış, sandıklara koşmuştu. Sandıkları sahte evetlerle doldurdular. Ve son seçimler öncesinde de karabasandan uyanmış ve sıçramıştı. Bu sefer başarıyı yakalamış büyük şehirler karabasandan kurtulabilmişti. Şimdi yine tık yok. Şimdi, mecali mi kalmadı, yoksa mecal mi biriktiriyor?

Dünyanın dört bir yanında toplumsal patlamalar yaşanırken, aile intiharları maalesef içe dönük patlamalar, çaresizliğin yaygınlaşması olarak görülebilir.

İşsiz sayısı bir yılda bir milyona yakın arttı. Dört gençten biri işsiz. Dört milyon çalışan yoksulluk sınırının altında. Bir avuç milyoner ve milyonlarca aç ülkesindeyiz.

Uzmanlar haklı olarak intihar olaylarının medyada yer alış biçimini eleştiriyor ve zemini hazırsa başkalarında da intiharı akla getirebileceği konusunda uyarıyor. Oysa şeriatçıların bu olayları dinsizlikle açıklaması bir yana, vicdanlı insanlarımızı ayrı tutalım elbette ama, toplumun bir kesiminin hiç de hassas olmadığının farkındayız. 4 yıl öncesinde bir haber okumuştum, kelimesi kelimesine şöyleydi: “Kadıköy’de intihar etmek için çatıya çıkan vatandaşa halk arasında ‘atla’ diye tempo tutanlar olunca, o da çatıdan aşağıdaki vatandaşların üzerine tuvaletini yaptı. Eylemci daha sonra eylemini bitirip olaysız şekilde aşağı indi.” Böyle bir olay da ancak karabasan altındayken yaşanabilir değil mi?

17 yıllık bir Ak-Basan baskısı hâlâ karabasan olarak yaşanıyor çünkü. Korkmuyoruz desek yalan olur, çünkü böyle giderse daha da karası basacak hepimize. Bilim insanları Uyku Felci diyormuş. Yani uyanıldığı halde uyumanın devam etmesi ve bilinç açık olsa bile bedenin kımıldayamaması veya konuşamama hissi. Karabasana sebep olan bazı faktörler ise çok manidar: Sırtüstü yatmak! (Muhalefet için uyarı olsa gerek.) Fazla stres. (Ortak özelliğimiz.) Ani çevre/yaşam tarzı değişikliği. (Rejim değişti, siyasi İslam yaşam tarzı dayatılıyor. Ayrıca dindarlar karabasanın cinler yüzünden olduğuna ve dua okuyarak atlatılacağına inanıyorlar.) Yine bilim insanları, uyuyan kişi (toplum!), olayı felaket hale getirmenin (örneğin korku ve kaygının) durumu kötüleştireceğini ve süresini uzatacağını bildiğinde, tedavinin de mümkün olduğunu söylüyor.

Öyleyse ‘terapi’ niyetine bu konuda geçen yıl yazmış olduğumu tekrarlayayım:

Bir çiçek intihara teşebbüs etti. Sokağa bakan kanaviçe perdeli pencerenin dışında. Saksısında. Hapisti. Kökleri saksının dibinde kördüğüm. Toprağı, yani memleketi, saksısı kadardı. “Saksı çiçeği olmamalıyım,” dedi çiçek. “Böyle yaşayacağıma atayım kendimi aşağıya.” “Yardım et bana” diye çevirdi yüzünü güneşe. Yüzünü güneşe çevirdi, daha fazla, daha fazla çevirdi. Güneşe yöneldikçe yeşerdi ve uzadı sapı. Ağırlık noktası taştı dışarı. Ve işte yetti son bir rüzgâr esintisi: Pencere önündeki saksının bozuldu dengesi. Ve saksıdaki çiçek. Süzülerek. Düştü sokağa. Bina ile kaldırım arasındaki toprağa. Önce saksısı kırıldı paramparça. Ve sonra çiçek oracıkta, sokakta, toprakta. Kök saldı, tomurcuklandı, çoğaldı, çoğaldı. Bir çiçek bahçesine dönüverdi sokak. Sokağa düşmeli, sokak çiçeği olmalıydı demek ki. Bir çiçek intihara teşebbüs etti. Ve böyle özgürleşti.