"Kalbime söz geçiremiyorum muhterem babacığım!.."

A -
A +
"Evet, bir güzel eyleyen var İbrahim! Sabretme mükâfatına kavuşturuyor."
 
Sıcak ve kuvvetli bir elin, onun haberi olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elini; sımsıcak sıktığını hissedince hemen o tarafa döndü İbrahim. Uzun boylu dağ gibi biri; gülümseyerek bakıyordu. Tepeden ona çevrilmiş iki aşina olduğu elâ göz, çok şeyler ifade ediyordu. Gayr-i ihtiyari boşta olan eliyle gözlerini ovuşturdu. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordu. Rüya mı görüyordu, yoksa hakikat mi?
- Sen ha!
- Ben ya! Canım Babacığım!
- İbrahim’im! Bir tanem, evladım!
- Anan gibi baktın İbrahim’im!
- Yengem de hep benzetiyor anacığıma. Aklıma gelince ağlıyorum!
- Mevt, yok olmak değil ki İbrahim’im ağlıyorsun!
- Elimde değil babacığım! Ha emmim; “bir tebdil-i mekândır” diyor hep.
- Öyledir zaten.
- Hasretlik çekmek kolay değil ama!
- Olsun! Rabbimin her şeyi güzeldir!
- Bir güzel eyleyen!
- Evet, bir güzel eyleyen var İbrahim! Sabretme mükâfatına kavuşturuyor. Büyüklerimiz; yanıp tutuşan, acı çeken kalplerimize su serpiyor; kısa dünya hayatımızdan ebedî hayatımıza, yani âhirete hicretimiz olan bu göçü; dünya misafirhanesinden asıl mekânımıza dönüş olarak izah ediyor, anlatıyorlar. Tabii ki ilk önce Sevgili Peygamberimiz, aleyhisselâm, sonra diğer bütün enbiyalar, evliyalar ve sevdiğimiz mübarekler orada… Buradan oraya göç ederken kimlere kavuştuğumuzu da hesaba katıp sevinmemiz lazımken üzülmek niye?
- Kolay değil! Kalbime söz geçiremiyorum muhterem babacığım!
- Kalbine değil de nefsine söz geçiremiyorsun İbrahim! Böyle büyüklerimizi düşününce ölüm acısını biraz dindirebiliyor insan. Evet tek ölen anacığın, hayat arkadaşım değil İbrahim! Var oluşundan beri kafile kafile konaklıyor bu dünya hanında insanoğlu.
- Çoğu zaman unutup dalıveriyoruz, dünyanın süslerine…
- Az bir zahmet, büyük mükâfat!
- Sabredene…
- Evet, İbrahim’im özetini söyledin. Hadi arkadaşların olacak talebelerle tanıştırayım, sonra istirahat edin; yol yorgunluğu kolay geçmez…
- Nasıl buyurursanız öyle olsun muhterem babacığım!..
Bu, hasretiyle yandığı sevgili babacığıyla Tillo’da ilk karşılaşmalarıydı. Dile kolay; ana hasretine ilaveten iki sene de baba noksanlığı çekmek bir çocuk için ne kadar zor şeydi. Onu anlayabilmek için o yaşta ve o şartlarda olmak lazımdı. Seneler İbrahim’e o kadar uzun gelmişti ki; onun babasına kavuşması ile döktüğü hüzün karışımı sevinç gözyaşları, etrafındakileri de ağlatmıştı.
Aman ya Rabbim! Daha dün gibi… Hayat gerçekten en uzun hadiseleriyle çabuk biten rüyadan başka bir şey değildi! Hasankale’deyken herkesi güldüren, herkesle iyi geçinen, herkese yardım eden, şen-şakrak ve hürmetkâr babacığı pek değişmişti. Kırmızı yanakları solmuş, gür saçları seyrekleşmiş gibiydi. Büzülmüş dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklarına, sakalına, şakaklarına karlar mı yağmıştı ne? Sanki biraz da şişmanlamıştı. Fakat gözleri… O elâ gözleri aynıydı. Bakarken gülüyor, konuşurken kısılan o gözler aynen hafızasında yer ettiği gibiydi. Ne olduğunu bilmediğimiz insan zekâsının; sonsuz bir şekilde kapalı kalacak karanlıkları aydınlatan şeffaf kapısı hiç değişmemişti… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.