Son günlerde yaşadığımız iki olayı belirleyen dinamiklerin, özellikle sol, sosyalist, sosyal demokrat, muhalif ve Atatürkçü kesimlerce iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta AKP/MHP koalisyonundan rahatsız olan demokrat kesimlerin ve her alanda yaşanan çöküşten kaygı duyan tüm yurttaşlarımızın dikkatlerini vermesi gereken “ip uçlarını” barındırıyor bu olaylar.

Bunlardan ilki, Erdoğan’ın “mekânında” büyükşehir belediye başkanlarıyla yaptığı toplantı. Bu toplantı davetinin AKP/MHP iktidarının bugüne kadar izlediği “düşman siyasetinden” vazgeçtiği için yapılan bir davet olmadığı açıktı. Nitekim toplantıda bile “ayar” verildi. Kuşkusuz toplantı iktidarın tüm aygıtları ile muhalefeti düşmanlaştırmadığı, üç büyükşehir belediye başkanlığının hukuka aykırı bir şekilde gasp edilmediği muhalefet belediye başkanlarının çalışmaların envaı çeşit engellemelerin çıkarılmadığı bir ortamda ve şaibesiz bir mekânda olsaydı kimse eleştiremezdi. Hatta gecikmiş bir toplantı denilebilirdi.

Daha birkaç gün önce Baro Başkanları yukarıda saydığım “defolardan” bazılarını da içeren gerekçelerle o mekânda yapılan toplantıya katılmamışlardı ve geniş bir onay almıştı bu hareketleri. Örneğin İzmir Barosu’nun gerekçeleri arasında “tutuklu meslektaşları(mız)” da vardı. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı da pek yerinde bir hareketle -15 Temmuz darbe girişimi sonrası hariç- bu mekâna gitmiyor. Ancak Büyükşehir Belediye başkanları hiçbir ihtirazı kayıt ileri sürmeden toplantıya katıldılar.

İkinci olay, tam da 12 Eylül’ün 39. Yıldönümünde, kanlı darbenin en somut figürü olan Turgut Özal’a dönük övgü niteliğinde açıklama ve jestlerin yapılmasıydı. Darbenin doğurduğu ve güçlendirdiği siyasi parti ve figürlerin Özal’ı övmeleri anlaşılabilir. Çünkü varlıklarını borçlular. Nitekim AKP, her ölüm yıldönümünde büyük övgülerle anıyor ve Menderes’le birlikte mirasına sahip çıkıyor. O 12 Eylül ki, darbenin dinamikleri ve sonraki politikalarıyla ABD Emperyalizmiyle ilişkisi aşikâr olan, 24 Ocak kararları ve neoliberal yıkım politikaları ile bugünkü ekonomik yıkımın temellerini atan, 15 Temmuz’a giden yolun taşlarını döşeyen, onlarca genci darağacına yollayan, siyasetin ve sendikaların belini kıran 12 Eylül. İşte bu darbenin, Cangızbay’ın deyimi ile “asıl sahibi olan” Özal’a muhalefet partilerince de övgüler dizildi.

Bu iki tutum ve AKP/MHP bloğundan kopmaya çalışan fraksiyonlara dönük “dikkatli” hatta yer yer övgülü dil birleştiğinde bazı tespitler yapılabilir.

Her şeyden önce seçilmiş belediye başkanlarının yerine Kayyumların katıldığı bir toplantıya katılmak kayyum uygulamasını meşrulaştırmıştır. Bu durum hem içselleştirilmiş bir demokrasi ve ittifak perspektifi anlayışının olmadığını hem de daha önce yapılan dayanışma jestlerinin taktiksel ve yüzeysel olduğunu düşündürmekte.

Belediye dediğiminiz yerel yönetim pratiği sadece başkanların o makama gelmesi için var olan siyaset dışı pratikler değildir. Tam tersine halkla yakın temas olanağı da veren siyasal fırsatlar yaratır. Mesela AKP’nin büyümesinde temel etkenin, yerel yönetimlerinin parti ajandası doğrultusunda hareket etmeleri olduğu genellikle kabul edilir Oy verenlerinin alabildiğine faşizan bir baskı altında olduğu ortamda belediyeler(imiz), iktidarla hiçbir sorun yokmuş gibi ilişkilenemezler, ilişkilenmemeliler. Özal övgüsü ise muhalefetin sermaye/neoliberalizm ve ABD emperyalizmiyle doğru bir “karşıtlık” ilişkisi kurmadığını düşündürtüyor.

Tüm bu tutumların şu ya da bu şekilde oluşan bir ittifakın ya da ideolojik dönüşümün göstergesi olmamasını diliyorum. Ama her hâlükârda genel siyasi havayı sinsi bir şekilde pusudaki AKP fraksiyonundan yana döndürdüğü ve faşizmi normalleştirdiği kesin. Daha sorunlu olan ise bunun sol, sosyal demokrasi, demokrasi ve vatan/millet adına yapılıyormuş gibi görünmesi. Yaşayacağımız tartışmalar, kongreler ve kurultaylarda bu kafa karışıklığının sona ereceğini umuyorum.