Netflix’te yeni başlayan dizilerden biri ‘Virgin River’. Bir hemşire, evini ve eşyalarını satıp, orman içindeki ücra bir kasabada iş bulup taşınır. Geride bıraktığı hayatı hayal kırıklıklarıyla doludur ve Virgin River adlı kasabada yeni bir hayata başlama hayali kurmaktadır, ama daha kasabaya girer girmez onu yeni hayal kırıklıkları karşılar, yaşayacağı ev berbat bir haldedir. Bu türden küçük bir kasabada yeni bir hayata başlamayla ilgili pek çok dizi ve film var. Demek ki pek çok kişinin bu türden bir fantezisi var. Her şeyi geride bırakıp, şirin ve küçük bir kasabada, sade, sıcak ve samimi bir hayat sürmek… Sanki bu şehir hayatında pek mümkün değilmiş gibi. O küçük kasabalar da sanki her zaman huzurlu ve sıcak yerlermiş gibi. Ama sanırım şu bir gerçek ki, bu dizinin hikâyesinde de olduğu gibi, küçük yerleşim yerlerinde insanın kendini işe yarar ve değerli hissetmesi daha mümkün. Bir de insanın yaşadığı yeri değiştirmesi, kendi içsel değişimi için yeni olanaklar, olasılıklar da sunabiliyor, olumlu ya da olumsuz. Benzer durumu, yol filmi ya da romanlarında da görürüz. Yolculuğa çıkan kahraman, yolda başına gelenler ve tanıştığı insanlarla içsel bir dönüşüm yaşar, önceki hayatına uzaktan bakma fırsatı yakalar, eskiden kendisi için önemli olan pek çok şey önemini yitirir ya da gerçek önemini kavrar.

Melih Cevdet Anday’ın şiirini hatırladım bunları düşünürken: “Bir misafirliğe gitsem, / Bana temiz bir yatak yapsalar; / Her şeyi, adımı bile unutup / Uyusam…” Uyumak, unutmak, sanki bütün o hayal kırıklıkları bir rüyaymışçasına…

Bu hafta Cuma günü 19.00’da, Açık Radyo’daki ‘Normalin Sınırları’ programında hayal kırıklığını konuşacağız. Aslında bu köşede de en çok üzerinde durduğum konulardan biri hayal kırıklığı oldu. İnsanları depresyona sürükleyen, ilişkileri bitiren, sahte kendilikleri ortaya çıkaran, intiharlara neden olan, apolitikleştiren, neşeyi ve arzuyu öldüren hayal kırıklıkları değil mi? Hayal kırıklıklarını nasıl yorumladığımız ya da göğüslediğimiz, yaşayacağımız acının ve umutsuzluğun yoğunluğunu da belirler. Albert Camus’nün ‘Sisifos Söyleni’ adlı kitabında Don Juan için yaptığı tespit, bu açıdan ilgi çekicidir: “(…) kederlilerin kederli olmaları için iki nedenleri vardır: ya bilmezler ya umut ederler. Don Juan bilir ve umut etmez.”

Bu gerçekten mümkün mü, kederlenmemek ve umut etmemek… Pek çok kişi için, özellikle hayal kırıklıklarını yoğun yaşamış kişiler için bu yaklaşım oldukça cazip olsa gerek. Ama eğer gerçekten de Don Juan hiç kederlenmiyorsa, bu başlı başına psikolojik açıdan bir sorun değil mi? Kederlenmeyen biri gerçekten sevinebilir mi? Ya da umut etmeyen biri, gideceği yolu bilebilir mi, yaşamını anlamlı yaşayabilir mi? Yas tutamayan, kederlenmeyen insanlara baktığımızda yadsıma savunma mekanizmasını kullandıklarını görürüz. Hatta yas tutma ve keder, patolojik bir şeymiş gibi ele alınabiliyor günümüzde. Roland Barthes’ın annesinin ardından yas tutarken kendisine hastaymış gibi yaklaşanlara öfkelendiğini görürüz ‘Yas Günlüğü’ kitabında. Sanırım, umut etme ve kederlenmeyle ilgili asıl sorun, medyanın ve tüketim toplumunun insanları sürekli olarak olanaksızı arzulamaya ikna etme çabası ve fantezi düzeyinde sınırsızlığı teşvik etmesi. Umudun gerçekçi olanı ve gerçek dışı olanı arasındaki ayrım belirsizleştiğinde, hayal kırıklıkları umarsızlığa doğru sürükleyebilir insanı.

‘Virgin River’daki hemşire, yeni hayatına, eski hayatındaki hataları tekrarlamadan, yaşadığı hayal kırıklıklarından dersler çıkararak başlama fırsatı yakalamış gibi görünüyor. Bazen, kendimiz olmak için, bizi sabitleyen insanlarla aramıza mesafe koymamız gerekebilir. Belki de yol hikâyelerinin ve uzak kasabalara kaçış hayallerinin böyle bir anlamı var; sabitleyen, insanı kendisine mıhlayan ilişkilerden uzaklaşmanın…