İyi bilirdik...

Sanırım asıl şimdi başlayacağız onu tanımaya. Ne çok insana değmiş, ne çok insan konuşmuş onunla ilgili ya da konuşuyor. Hangi kitaba sığacak bunca anı? Nasıl sindirip, sadeleştireceğiz bu anıları? Belki o zaman etten kemikten bir insana bürünecek

AYKAN ÖZENER

Düşünüyorum da ben doğduğumda,  neredeyse en üretken, verimli çağını yaşayan Ara Güler hakkında ne yazabilirim ki? Hatta ben doğmadan 10-15 yıl önce, 1950’lerde çektiği fotoğraflarla kendisinden söz ettiren birisi hakkında nasıl bir anlatım geliştirebilirim? Oysa şimdi yazmaya başlarken onun hakkında ne çok şey bildiğimi, hatırladığımı düşündükçe kendim de şaşırıyorum. Daha da derin düşündüğümde onun hakkında bu kadar birikimli olmamı, çocukluğumun Türkiye’sini unutulmayacak şekilde fotoğraflarıyla aklıma kazımasıyla ilgili  olduğuna karar veriyorum. Zira fotoğrafik hafızaya sahip birisiyim. Hayat mecmuasının birçok cildi vardı evimizde. Onun olduğunu sonradan öğrendiğim çok fotoğrafa aşinalığım bundandır elbet.  Çocukluğunda “annemle babamın düğününde ben de vardım” diye tutturan kaç çocuk vardır bilmem ama ben öyleydim gerçekten. Büyükbabam bir fotoğraf sevdalısıydı. Benim ve ailemizin hayatını her fırsatta belgelemiş birisi. Onun fotoğraflarında gördüğüm her şeyi,  içinde sanki ben de  varmış kabul etmem,  şimdilerden bakarken çok anlaşılır bir durum. Ara Güler de benim için, tıpkı büyükbabam gibi, çocukluğumun hafızasını oluşturan fotoğrafların sahibi. İçinde yaşadığımız modern çağda, onun fotoğraflarındaki saflık, nostalji duygusu, çocukluğumuzda sarıp sarmalandığım güven duygusunu, hiçbir sorumluluk almadığım, sadece hayal kurup, yaşama dair yeni şeyler öğrendiğim zamanları hatırlatırdı bana. Şimdi bu satırları yazarken Ara’nın da belki bilinçaltından, en güzel yıllarını yaşadığı yıllardaki İstanbul’u, Varlık Vergisi bir kabus gibi çökmeden, zor yıllar yaşadıkları dönemden önceki, çocukluğuna denk gelen,  henüz sıcaklığını kaybetmemiş, eski İstanbul’u ısrarla kayıt etmesini de,  benim yaşadığım duygularla benzeştiriyorum. Eski bir ahşap Osmanlı yalısının önünden akıp giden,  Arnavut kaldırımlı sokaktan yürüyen adamın olduğu fotoğraf, başka hangi ruh haliyle çekilir ki? “İnsanın anayurdu çocukluğudur” demişti birisi; şimdi kim olduğunu hatırlayamıyorum.  Ne kadar doğru. Belki de bu toprakları ısrarla belgelemesi, tam da bu sebepledir, kim bilir?

Hayat Mecmuası 

Diğer bir konu da,  neden o dönemi tıpkı onun gibi belgeleyen,  birçok fotoğrafçının değil de, onunkilerin hafızalara kazındığı sorusudur benim için. Bir keresinde bunun cevabı sayabileceğim bir açıklaması olmuştu röportajında. “Fotoğrafçı zengin bir aileden gelmeli, değilse ondan fotoğrafçı olmaz. Zira ne kitap okur, ne film izleyebilir, ne de başka dünyaları gezip, görebilir. Böyle olunca da göremez. Görmek kültür gerektirir. Ben iyi bir çocukluk geçirdim. Zengin bir hayat sürdüm. O yüzden ne çekeceğimi biliyorum” demişti.  Nezih Tavlaş’ın kaleme aldığı “Ara Güler’in Hayat Hikâyesi” kitabında çocukluğuna dair epey geniş bilgiye ulaşabiliyoruz. Bir başka açıklama da, Çanakkale’de Üniversite’de öğretim görevlisi olarak çalıştığım dönemde düzenlediğim Fotoğraf Festivali kapsamında,  konuğumuz olan sevgili Ozan Sağdıç ustadan gelmişti. “Ara  ve benim fotoğraflarımın bu kadar kalıcı ve değerli olmasının sebebi; Hayat Mecmuası’nda çalışmamızdandır. Dünya çapında fotoğrafçılar hep bildiğimiz Life Dergisi’nde gösterdi kendisini. Onun bir muadili de bizde Hayat Mecmuası olmuştur. İsmi bile ona öykünür. Dünya da çok az olan dört renk baskı sistemini, bize ilk kez Yapı Kredi getirdi. O zaman için neredeyse sergi kalitesinde basılıyor gibiydi, fotoğraflar. Diğer foto muhabirleri de en az bizim kadar güzel ve etkileyici fotoğraflar çekiyordu. Ancak basıldığı yayınların kalitesizliği, onların fotoğraflarının kaybolmasına, dikkat çekmemesine yol açıyordu. Biz çok şanslıydık.” diye anlattı. 1960’larda çıkan Hayat Mecmuası için çektiği fotoğraflarla tanındı gerçekten Ara Güler. Sonrasında dünyanın ilgisini çekti. Fotoğrafları batının oryantalist yaklaşımına çok hitap ediyordu. Adeta birer şarkiyat şiiriydi hepsi. Hele İstanbul fotoğrafları… Ardından Magnum Ajansının kurucularından H.Cartier Bresson ve Robert Capa’nın ilgisini çeker. Her ikisiyle de kurduğu ilişkiler ve fotoğraflarındaki dil, dünyanın birçok ülkesinde onun tanınmasına yol açar. İstanbul’a gelen tüm yabancı fotoğrafçılar, onun yanına uğramadan gitmez. Tüm bu buluşmalarda da onun ağzından sonraları belli vasıtalarla duyacağımız anılar birikir. 

Oturup anılarını yazacağı, kendi ağzından ele alınmış,  bırakın bir eser bırakmayı, makalesini bile hatırlamıyorum. O,  bu ülke insanının arasında tıpkı onlar gibi,  işleri kaderine bırakıp, uzak ve dışarıdan seyreden birisi olmayı tercih etti gibi gelmiştir bana hep. Belki de fotoğraflarının önüne geçmek istemedi. Çünkü onlara gözü gibi baktı ve korudu

İlk önemli işleri

Ara Güler, 1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı'na katıldı. 1962’de Henrie Cartier Bresson yeniden İstanbul’a gelir. Yine ona mihmandarlık eden Ara Güler olur. Dönemin bu en önemli, efsane isimleriyle tanışması onu gerçekten diğer  fotoğrafçılar arasından sıyırır. Sonrası gelen tüm yabancı fotoğrafçıların uğramayı adet edindiği bir anılar zinciri oluşturur. Sanırım buradan Ara Güler’in çalışkan ve girişken yönünü görebiliriz. Muhtemelen yukarıda anlattığım konuşmasında söylediklerinde haklıydı. Fotoğrafçının eğitimli olması, dünyayı gezip görebilecek kadar yaşam standardının olması konusunda söylediklerinde. Bir kere kişi kendisini arayanların kim olduğunu bilecek ve onlarla yabancı bir dilde iletişim kuracak kadar eğitimli olmalıydı. Gerçekten kişilik olarak atak, tuttuğunu koparan ve gazetecilik için biçilmiş bir kaftan olduğunu düşünmüşümdür onun hep. İnsanla olan ilişkisi baştan itibaren güçlüdür. İlk fotoğraflarından itibaren neredeyse tüm fotoğraflarında insan görürüz. Önemli foto-röportajlara imza atmaya başlar. Kendisiyle yapılan bir başka röportajda ilk önemli işinin Arnavutluk’a gizlice girerek çektiği görüntüler olduğunu söyler. Paris Match dergisinde yayınlanan,  Paris banliyösünde meydana gelen bir tren kazasının görüntüleri,  bir diğer önemli işi olmuştur.  Yine bir anısında bu olayı kendisi anlatır.  “Şanslı herifin biriydim, olay anlarında hep orada olmuşumdur, bir şekilde. Paris’teyken bir banliyöde gerçekleşen kaza anında da oradaydım. Olayın en sıcak anlarını fotoğraflamıştım. Benden başka kimse de fotoğraf yoktu. Bu fotoğraflar ertesi gün Fransa’nın ve dünyanın en önemli yayınlarından birisi olan Paris Match dergisinde yayınlandı. Fotoğraflarım derginin en önemli yerinde kullanılmıştı. Hatta bir karem derginin her iki sayfasına yayılmış olarak basılmıştı.”  1958'de Time-Life, Paris-Match ve Stern dergilerinin yakın doğu foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954'de Hayat Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başladı. İngiltere'de yayımlanan "Photography Annual Antalojisi" onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP'ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türkiyeli üye olarak kabul edildi.

Güler'in popülerliği

Böylesine önemli bir karakteri şimdi geriye dönüp baktığımda, gerçek anlamda ne kadar tanıdık? Biz fotoğrafla haşır neşir olanların dışında da hatırı sayılır izleyici kitlesi vardı. Garip bir popülerliği vardı Ara Güler’in. Sanattan bihaber kişiler bile tanırdı onu. Adı anıldığında hemen her kafadan onun hakkında bir övgü sözcüğü çıkardı. Bir keresinde Çanakkale’de Lions Kulüp üyeleri onun sergisini açmıştı. Merak etmiştim. Çünkü kendisi sergilere pek gitmiyordu. Ama kent o kadar çok konuşmuştu ki sergiyi, kesin gelecek sanmıştım. Sergi alanına gittiğimde izleyicilerin dışarıya taştığını gördüğümü hatırlıyorum  Kendisinin gelmediğini öğrendim. Muhtemelen sergiden haberi bile yoktu. Zira sergi Kültür Bakanlığının çoğalttığı retrospektif bir sergiydi. Hatırlıyorum da aynı fotoğrafın üç değişik baskı tonunda fotoğrafı bile vardı. O zaman Kültür Bakanlığı’nın şehir şehir gezdirdiği serginin içinde bulunduğu haller içler acısıydı. Kuru bir Ara sevgisi. O zaman iyi ki kendisi gelip bu rezilliği görmedi demiştim içimden. İzleyiciler arasında onun geleceğini sanıp, tanışmak isteyen o kadar çok fotoğrafçı olmayan insan vardı ki; şaşırmıştım. Hatta izleyicilerden birisi beni görünce “ Aykan hocam bilir, ona soralım. Hocam sizce bu fotoğraflar niye siyah-beyaz? Acaba renkleri mi solmuş?” diye sormuştu. 

'Fotoğraf sanat değildir'

Dedim ya çok garip bir popülerliği vardı. Onun kendi gayretleriyle ve ilişkileriyle bastırdığı fotoğraf kitapları dışında, felsefik, psikolojik ve edebi yönüyle tanıyabileceğimiz kaç kaynağa sahibiz? O da zaten bu tip tartışmalara hiç girmedi. Sadece “fotoğraf sanat değildir!” tartışmaları etrafında döndürdüğü söylemlerini hatırlıyorum. Ama genç bir fotoğrafçıyken bu sözüne çok kızdığımı hatırlıyorum. Beni bu konuda ikna edecek bir söylemine hiç rastlamadım. Oysa şimdilerde ben de onunla aynı noktada buluştum. İçinde bulunduğumuz dönemde fotoğrafın sanat olup olmadığı beni zerre ilgilendirmiyor artık. İçinde bulunduğum yüzyılın hikâyelerini aktarmaya çalışıyorum. Fakat arkasında birçok okuma yatan bu savımı kendimce sağlam temellere oturttuğumu sanıyorum. Bunu ondan çok önceleri duymak isterdim doğrusu. Bir de  arkasında o kadar dağınık anılar bıraktı ki;  toplamak kimlere düşecek bilmiyorum. Kendisiyle yapılan tüm röportajlarda nüktedan, umarsız bir dil kullandı hep. Yaptığı önemli işleri sanki hiç umursamaz bir dile sahipti. Oturup anılarını yazacağı, kendi ağzından ele alınmış,  bırakın bir eser bırakmayı, makalesini bile hatırlamıyorum. O,  bu ülke insanının arasında tıpkı onlar gibi,  işleri kaderine bırakıp, uzak ve dışarıdan seyreden birisi olmayı tercih etti gibi gelmiştir bana hep. Belki de fotoğraflarının önüne geçmek istemedi. Çünkü onlara gözü gibi baktı ve korudu. Belki de için için küstü yaşadığı coğrafyaya. Bilmiyorum bende hep bu hissi uyandırır Ara Güler.

Halkın içinde

Akademik eserler bırakmadı geride. Zaten kişiliği de buna uygun değildi. Yaşadığı coğrafyanın insanları gibi, doğal ve mütevazi bir şekilde yaşamaya devam eden, halkın arasından biri olmaya gayret etti. Zaman zaman içine kendimi de koyduğum insanlar tarafından politik bir bilinç geliştirmemekle suçlandı. Evet, bir Robert Capa, H.Cartier Bresson’da gördüğümüz politik bilinçle hareket etmedi hiç. Capa’nın İspanya İç Savaşı fotoğrafları, Cartier’in Çin ve özellikle Gandi’nin Hindistan’da gerçekleştirdiği demokrasi çabasını anlattığına benzer fotoğrafları olmadı. Örneğin böyle bir fotoğrafçının göstermesi gereken 12 Eylül dönemi görselleri üretmedi hiç. Ardından son dönemde üzerine çok yüklenilmesine sebep olan birçok- bence de hata olan- davranışta bulundu. Fotoğraflarını bir holding grubuna devretmesi onun son on yıl içerisinde eleştiri aldığı bir diğer olaydı. Onu o kadar benimsemiştik ki,  adeta tuzu kuru bir Türkiye vatandaşı sanma yanılgısıyla yargıladık hep. 

Öldükten sonra 
Hakkında konuşacağım ne çok şey var. Oysa hiç karşı karşıya gelmedim. Hep uzaktan izlemekle yetindim onu. Gördüğüm halde yanına gitmeden,  kaçtığım da oldu,  sebebini düşünmeden. Belki de onu sıkmak istemediğimden. Hep o duyguyu almışımdır yüz ifadesinden. Bir rock yıldızı gibi, istemeden poz verdiğini, zoraki gülümsediğini düşündüm. Hayranlarıyla çektirdiği fotoğraflarda sanki o yok gibi gelir bana. Öldükten sonra garip bir boşluk düştü içime. Artık o yok ne olacak falan gibi anlamsız düşünceler. Sanırım asıl şimdi başlayacağız onu tanımaya. Ne çok insana değmiş, ne çok insan konuşmuş onunla ilgili ya da konuşuyor. Hangi kitaba sığacak bunca anı? Nasıl sindirip, sadeleştireceğiz bu anıları? Belki o zaman etten kemikten bir insana bürünecek. Sanırım daha uzun bir süre konuşacağız onu. Arşivinde dokuz yüz bine yakın fotoğrafı olduğundan bahsediliyor. Müzesi kim bilir hangi araştırmacılara neler yazdıracak? Ne kadar çok görmediğimiz fotoğrafını görmeye başlayacağız. Oysa yine bir röportajında kendisi söylemişti; “Bir fotoğrafçı,  ileride hatırlanması için on fotoğrafı olsa, daha ne ister?” diye. Sayın bakalım içinizden kaç fotoğrafını hatırlıyorsunuz? Ha bir de öldükten sonraki paylaşımlarda çok sevdiğim bir belgeselci “nasıl bilirdiniz?-“iyi bilirdik” diye yazmıştı da kısacık;  çok hoşuma gitmişti. Evet hayatlarımızın özeti;  iyi ya da kötü bilinmek sanırım. Ben de diyorum ki; “iyi bilirdik”.